Türkiye’de günlerden bu yana bir Haşhaşîler tartışmasıdır gidiyor. Haşhaşî dendiğinde, akıllara ilk önce 12. asırda İran‘ın kuzeyindeki Alamut Kalesi’ni kendine üs edinmiş olan Hasan Sabbah‘ın ismi gelir ve bu isim telâffuz edildiğinde yetiştirdiği fedailer, bu fedailere işlettiği cinayetler, uyuşturucu hikâyeleri ve terör, yani korkunun hâkim olduğu bir efsaneler yumağı hatırlanır.
Asırlardan öncesinden gelen bu efsanelerde belki kısmen doğruluk payı vardır ama Haşhâşîlik’in şimdi üzerinde pek durulmayan başka yönleri de mevcuttur. Meselâ, bugün geçmişte sadece bir terör örgütünden ibaret olduğu zannedilen Haşhaşîlik, aslında bir devletin, Hasan Sabbah’ın 11. asırda İran’da kurduğu ve resmî adı Nizarî-İsmailî olan bir devlete verilmiş olan değişik isimlerden biridir.
Ağa Han II (1830 – 1885) |
|
Tam ismi Hasan bin Ali bin Muhammed bin Cafer bin Hüseyin bin Muhammed bin es-Sabbah el-Himyerî er-Râzî olan Hasan Sabbah, Yemen taraflarından İran’a göç etmiş Şii bir aileye mensuptu. 1046′da veya 1053′te İran’ın Kum şehrinde doğdu. Genç yaşında Şiiliğin uç inançlarından olan ve Hazreti Muhammed’in torunu İmam Caferu’s-Sadık’ın oğlu İsmail’i imam kabul eden İsmailiye mezhebine girdi ve İsmailî inancının Nizarî kolunu benimsedi. Sıkı bir eğitim gördü ve uzun seyahatlerle dolu bir gençlik yaşadı, inançlarını yaymak için Şam’dan Horasan’a kadar defalarca gidip geldi, sonraki senelerde Hazar Denizi yakınlarındaki Alamut Vadisi’ni ele geçirdi ve burayı 1090 ile 1124 arasında devam eden devletinin merkezi yaptı. Hasan Sabbah’ın devletinin hedefi hem Kur’an‘ın bir dış, bir de iç mânâsı olduğu görüşüne dayanan batınî inançlarını yaymak, hem de bölgenin önemli merkezlerini ele geçirmekti ve bu hedef için devlet adamlarının öldürülmesine kadar uzanan her yol uygulandı. Öldürülenler arasında Selçuklu İmparatorluğu’nun meşhur veziri Nizamülmülk ile o senelerde bölgenin altını üstüne getiren Haçlılar’ın ileri gelenleri de vardı. Nizarî-İsmailî Devleti, Hasan Sabbah’ın 1124′teki ölümünden sonra bir asır daha devam etti ve Moğollar‘ın 1256′da Alamut Kalesi’ni yıkıp İsmailî imamı Rükneddin Hürşah’ı idam etmeleri ile son buldu.
Hasan Sabbah’ın bugün artık unutulmuş taraflarından biri, zamanının büyük âlimlerinden kabul edilmesi ve Alamut Kalesi’nde o devrin en zengin kütüphanelerinden birini kurmasıdır. Mısır‘da kendi sanatını ve kültürünü yaratmış olan Şiiî Fatımî devleti ile İran’ın değişik bölgelerindeki Batınî düşüncelerinden beslenen İsmailî inancına bağlı olan Hasan Sabbah’ın kütüphanesi Moğollar tarafından yakılmıştır ama o kütüphaneden kurtarılan ve şimdi İran’da muhafaza edilen sadece birkaç kitap bile Alamut’un siyasî tarafının yanında nasıl önemli bir merkez olduğunu gösterir. Zaten, Haşhaşî diye bilinen ve aslında Nizârî İsmailîsi olan mezhebin geçmiş asırlardaki mensupları arasında o devrin büyük âlimleri de mevcuttur. Meselâ astronomi tarihinin en büyük isimlerinden olan ve 1201 ile 1274 arasında yaşayan Nasreddin-i Tûsî ile modern bilimlerin, özellikle de optik ilminin kurucularından kabul edilen ve batı dünyasında Alhazen diye bilinen 11. asır âlimi İbni Heysem, İsmailî tarihinin önde gelen isimlerindendir. Tıbbın kurucularından olan İbni Sina‘nın İsmailî olup olmadığı da hâlâ tartışılmaktadır.
Haşhaşî kavramı artık sadece tarih kitaplarında ve bir haftadan buyana Türkiye’nin gündeminde geçiyor ama Haşhaşîler’in bağlı olduğu İsmailî mezhebinin şu anda 20 milyon civarında mensubu var. Çoğu Hindistan’ın kuzeybatısında yaşıyor, geri kalanları da dünyanın dört bir yanına dağılmış haldeler. Mezhebin lideri de, jet sosyetenin çok tanınmış bir ismi: Kendisine bağlı olanların mezhep kuralları gereği yıllık kazançlarının sekizde birini bağışlamaları sayesinde sahip olduğu 12 milyar dolarlık servetini dünyanın dört bir tarafında gayrımenkullere yatıran, 600 adet birbirinden kıymetli yarış atına sahip olan, aile boyu çapkınlıkları ile isim yapan ve arada bir dağıttığı mimarî ödüllerle kendinden bahsettiren Ağa Han.
Marco Polo’nun tartışılan Hasan Sabbah ifadeleri Alamut Kalesi, kalenin şeyhi Hasan Sabbah, fedaileri ve haşhaş içirilen fedailerin işlediği cinayetler ile ilgili en etraflı bilgi, 13. yüzyılın meşhur İtalyan gezgini Marco Polo’nun seyahatnamesinde geçer ama seyahatnamenin bizzat onun tarafından yazılıp yazılmadığı, verdiği bilgilerin gerçek olup olmadığı, hattâ Marco Polo’nun Çin’e iddia ettiği gibi hakikaten gidip gitmediği konuları tartışmalıdır. İşte, Marco Polo’nun seyahatnamesinde geçen ve gerçek olup olmadığı hâlâ bilinmeyen Hasan Sabbah, Alamut ve fedailer konusundaki ifadelerden bazı bölümler: Şeyh, kalenin arkasındaki uzun vadiyi zamanının en güzel bahçesi haline getirmişti. Dünyaya meydan okuyormuşcasına yükselen Alamut’u aşmadan buraya girmek imkânsızdı. Vadide birbirinden zarif köşklerle şarap ve süt akıtan çeşmelerin arasında en nadide çiçekler açar, ağaçlar yükselirdi. Her köşeye, dünyanın en güzel kızlarından bir grup yerleştirilmişti. Kızların hepsinin sesi güzeldi. Şarkı söylemeyi, dansetmeyi ve birkaç çalgı çalmayı bilirlerdi. Aşk oyunlarında da üzerlerine kimse yoktu. Yirmi yaşına basmış delikanlılar arasında sağlıklı, gözü kara, tehlikeye aldırış etmeyen ve Şeyh’e her bakımdan bağlanabilecek durumda olanlar Alamut’a getirilirlerdi. Bunlara bir müddet Hasan Sabbah’ın cennetiyle ilgili efsaneler anlatılır, daha sonra teşkilâtın büyüklerinden biri tarafından tek tek Şeyh’in huzuruna çıkartılarak törenle tarikata kabul edilir ve Sabbah’ın ayaklarına kapanan genç fedai adayı olurdu. Sabbah, gence içerisinde bol miktarda haşhaş bulunan ama tam formülünü sadece kendisinin bildiği meşhur içkisinden içirir, kendinden geçen delikanlı cennet denen bahçeye bırakılırdı. Delikanlı bir müddet sonra ayılır, kendisini dünyanın en güzel köşelerinden birinde ve birbirinden güzel genç kızlar arasında bulur, her arzusu yerine getirilir ve hem Sabbah’ın büyüklüğüne inanır, hem de sonsuza kadar burada kalmayı isterdi. Tarikatın büyükleri, gence birkaç gün sonra yeniden uyuşturucu içirirlerdi. Kendinden geçen genç bu defa kaleye taşınır, ayıldıktan sonra Vadideki cennete dönmek istiyorsa Şeyh’in istediği işi yapması gerektiği söylenirdi. Hayal bahçesine tekrar kavuşmaktan başka birşey düşünemez hale gelmiş olan genç bu defa Hasan Sabbah’ın huzuruna çıkartılırdı. Şeyh söze ‘İlk vazifeni yerine getirmenin ve bana bağlılığını ispat etmenin zamanı geldi‘ diye başlar, ‘Bir düşmanımın öldürülmesi gerekiyor ve bu işi sen yapacaksın. Görevini başarıp döndüğünde yeniden cennete gireceksin. Düşmanımı ortadan kaldırır ama onun adamları tarafından öldürülürsen aynı cennette yaşamaya yine hak kazanırsın. Meleklerimi yollar, seni buraya getirtirim. Ama başaramadan gelir, yakalanır yahut işi bitirmeden öldürülürsen cennetimin kapıları sana kıyamete kadar kapanır‘ der ve öldürülmesi istenen kişi, bütün bunlardan sonra mutlaka ölürdü.
UNESCO ve İran, Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’ni restore ediyorlar Alamut Kalesi dendiğinde Elbruz Dağları’nın ulaşılması oldukça zor tepelerinden birinde Hasan Sabbah tarafından kurulan kale hatırlanır ama Alamut tek bir kale değil, İran’ın kuzeyindeki Kazvin bölgesinde aynı isimli vadide bulunan Hasan Sabbah, Meymun Dey, Şirkuh, Navizarşah, Hostin Lar, Eylan, Şahrak ve Lembesar isimlerini taşıyan bir kaleler zinciridir. Bu kalelerin en büyüğü ve en meşhuru, Hasan Sabbah’ın kendisine üs olarak seçtiği kaledir ve şimdi Alamut dendiğinde kastedilen mekân da burasıdır. Alamut Kaleleri, İran Kültür Mirası ve Turizm Teşkilâtı tarafından birkaç sene önce koruma altına alındı, UNESCO’ya da tescil ettirildi ve Gazor Han köyünün civarında, deniz seviyesinden 2163 metre yüksekte bir tepenin üzerine inşa edilmiş olan Hasan Sabbah Kalesi’nde restorasyona girişildi. Moğollar’ın 1256′da yerle bir ettikleri kalenin temellerini ortaya çıkartan restoratörler, şimdi kale hakkında eski tarih kitaplarında, seyahatnamelerde ve İsmailî kaynaklarında yazılı olan bilgilerden de istifade ederek inşaata devam ediyorlar. Kültürel merkez ilân edilen bölgeye yerli ve yabancı çok sayıda turist geliyor ancak inşaat kalenin malzeme naklini son derece güçleştiren yüksek bir yerde bulunması dolayısı bir hayli ağır seyrediyor. Ben, Hasan Sabbah Kalesi’ni bundan 32 sene önce, 1982 sonbaharında İran’da muhabir olarak bulunduğum sırada görmüştüm. Tahran’dan kiraladığım bir otomobil ile Ağrı’nın Gürbulak sınır kapısına giderken Zencan üzerinden Kazvin’e uğrayıp Alamut Vadisi’ne ve Gazor Han’a geçmiş ve kaleye tırmanmıştım. O senelerde İran-Irak savaşı bütün şiddeti ile devam ediyordu, Alamut henüz turistik mekân ilân edilmemişti, kalenin yolu bile yoktu, kartal yuvasını andıran tepeye köy sakinlerinden birinin refakatinde iki saat kan-ter içerisinde çıkabilmiştim. Burada yeralan fotoğraflar, Hasan Sabbah Kalesi’nin şimdiki halini gösteriyor ve 1982′nin Alamut’u ile bugünün Alamut’u arasında dünya kadar fark var.
İsmaililer ve Ağa Han’lar
İsmailî mezhebinin lideri Ağa Han, boşadığı son karısına 62 milyon Euro tazminat ödemeye mahkum oldu.Ağa Han’ın tamamı 12 milyar dolar civarında olan servetinin kaynağını ve bu paranın nasıl ve nerelere harcandığını merak ediyorsanız, bu yazıyı okuyun!
Bir Fransız mahkemesi önceki hafta dünya hukuk tarihinin en pahalı boşanma tazminatlarından birine hükmetti ve İsmailî Taikaritî’nin lideri Kerim Ağa Han’ın ayrıldığı karısına 62 milyon Euro ödemesine karar verdi.
Avrupa basınında günün olayı haline gelen haberin gazetelerimizde gayet küçük şekilde yer aldığını görünce hem ‘’Ağa Han’’ unvanının ne olduğunu yazmak, hem de bu ûnvanı taşıyanların vakti zamanında yaptıkları büyük skandalları hatırlatmak istedim
‘’Ağa Han’’, İslam alemine sonradan sokulan, en sapkın inanç sistemlerinden olan ‘’İsmailîye’’ mezhebinin liderlerinin unvanıdır.Bu unvânı taşıyanlar (Şia’nın sözde sahip çıktığı ve altıncı imam saydıkları ama gerçekte Caferü’s Sadık hazretleriyle alakaları yok) İmam-ı Caferü’s Sadık hazretlerinin (R.a) büyük oğlu İsmail’in torunları olduklarını, dolayısı ile Hz.Muhammed (S.a.v) efendimizin soyundan geldiklerini iddia ederler.
İnançlarını asırlar boyu gizleyen İsmailîler, iktidarı ilk defa bu mezhebi benimseyen ve 10.asırda Fâtımîler sayesinde elde ettiler.Fâtımî Devleti’nin yıkılmasından sonra özellikle İran taraflarında yeniden iktidar mücadelesine girdiler ise de bir daha devlet haline gelemediler.
İnançtaki aşırılıklarına rağmen sanatta çok önemli bir ekol oluşturmuş olan İsmailî doktrininin geçmiş asırlardaki en önemli ve en tanınmış ismi, 12.asırda yaşayan ve adı zamanla efsane halini almış olan Hasan Sabbah oldu.Bugün İran’ın sınırları içerisinde bulunan Alamut Kalesi’ni üs olarak kullanan Hasan Sabbah’ın siyasi suikastlerle görevlendirdiği müridlerine verdiği haşhaş zamanla mezhebin adıyla özdeşleşti.İsmailîlik,mezhebin gelmiş geçmiş bu en güçlü dini lideri sayesinde ‘’Haşhaşilik’’ olarak da isimlendirildi ve batı dillerine de giren kelime ‘’assasin’’ yani ‘’suikast’’ anlamına gelir oldu.
İsmailî mezhebinin liderleri,19.yüzyılın sonlarından itibaren ‘’Ağa Han’’ unvânını kullanmaya başladılar.Mezhebin 46.imamı olan Hasan Ali Şah 1887’de ‘’Birinci Ağa Han’’, oğlu Ali Şah ‘’İkinci Ağa Han’’ oldu; onun oğlu olan ‘’Üçüncü Ağa Han’’ Sultan Muhammed de siyasi faaliyetleri ve özel hayatı ile ‘’Ağa Han’’ kavramını bütün dünya da meşhur etti.
Üçüncü ve en meşhur Ağa Han’ın torunu olan ve bir Fransız mahkemesinin boşandığı eşine tazminat olarak 62 milyon Euro ödemesine hükmettiği Ağa Han, bu unvânı taşıyan dördüncü kişi.Asıl adı Kerim el-Hüseynî olan 75 yaşındaki bugünün Ağa Han’ının 12 milyar dolar civarında bir serveti bulunuyor.Ağa Han zengin şirketlerin yanısıra vakıfların,dünyanın hemen her tarafındaki gayrimenkullerin ve 600 adet birbirinden kıymetli yarış atının da sahibi.
Bu kadar büyük servetin kaynağını merak mı ettiniz ?
Servet,bugün dünyanın dört bir tarafında dağılmış olan 20 milyon kadar İsmailî’nin gelirlerinin sekizde birini mezhep kuralları gereği Ağa Han ailesinin banka hesaplarına yatırması ile elde ediliyor ve bu paralar kârlı yatırımlara dönüştürülüyor…Ödenecek olan boşanma tazminatının yanısıra şimdiki Ağa Han’ın ve dedesinin bu sayfadaki kutularda okuyacağınız bütün maceraları da çok az bir kısmı varlıklı ama neredeyse tamamı sefalet içerisinde yaşayan İsmailîler’in işte bu bağışları ile karşılanıyor.
Rita Hayworth ile evlenen oğlunu imamlıktan almıştı
‘’Dede’’ Ağa Han, hayatı boyunca iktidar sahibi olmak istedi,bunun için İngiltere’yi arkasına aldı,siyasi hayatını Londra’nın talimatına göre yönlendirdi ama bir devletin başına geçemedi ve hayatı boyunca playboyluk yapan bir dini (!) lider olarak kaldı.
Osmanlı Devleti’nin 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na girmesinden hemen sonra yayınladığı ‘’cihad fetvası’’ na ilk karşı çıkan lider, Ağa Han idi.Yayınladığı beyannamelerle İslam dünyasının savaşta Halife’yi değil İngiliz,Fransız ve Rus ordularını desteklemesi gerektiğini söyledi.Irak ve Suriye’deki müridlerini de İngiliz birlikleri lehine askeri istihbarat toplamakla görevlendirdi.
İngiltere’nin Mısır’ın son Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’yı 1914 Aralık’ında tahtından indirmesi üzerine apar topar Kahire’ye giden Ağa Han, Mısır tahtına oturabilmek için büyük çaba gösterdi.İngilizler’in tahta Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunlarından Hüseyin Kamil’i geçirmeleri üzerine bu defa Şiî olduğunu unutarak Sünnî dünyasının halifesi olmaya heveslendi…
Müridlerinin bağışları ile tam bir playboy hayatı süren ve yine bağış olarak verilen altınlarla tartılan Ağa Han, büyük oğlu Ali’yi 1948’de Amerikalı film artisti Rita Haywort’la evlendiği için veliahtlıktan azletti ve Ali Han’ın oğlu olan torunu Kerim’i yani şimdiki Ağa Han’ı kendisine varis yaptı.
Ali Han’ın Joan Barbara Yarde-Buller adında ki bir İngiliz kadından dünyaya gelen oğlu olan ve dedesinin 1957’deki ölümünden sonra imamlık makamına gelen Kerim de aile geleneğini devam ettirdi,yani sadece yabancı hanımlarla evlendi.1969’da zamanın en meşhur İngiliz mankenlerinden olan ve ‘’Sally’’ diye bilinen Frances Croker-Poole ile evlendi, 1995’te boşandıktan sonra da Alman prensesi ve pop şarkıcısı Gabriele zu Leiningen ile evlendi ve ondan da bir süre önce ayrıldı.
62 milyon Euro, şimdi bu Alman prensesine gidecek…
Avrupalı hanımlarla evlenen Ağa Han ailesinin bazı rezillikleri;
‘’Dede’’ Ağa Han, İsviçre’nin Lozan kentindeki ‘’Lozan Palas’’ Oteli’nde kendi buluşu olan bir eğlenceyi (aslında hayvanlık) düzenlemeye çok meraklıydı.Lozan’a hemen her gelişinde otelin kral dairesine yerleşir ve bu eğlence yüzünden hem otel idaresini, hem de olup bitenlerden haberdar olan herkesi bu olayları anlatmamaları için uyarırdı.
Eğlencenin temeli, Ağa Han’ın salonun ortasına yaptığı büyük abdesti idi… Ağa Han pantolununu çıkartıp o işi yaptıktan sonra, en az dört karatlık bir pırlantayı yaptığı pisliğin içine yerleştirir, taşın üstünü yine kendi pisliği ile örterdi…
Ağa Han için asıl eğlence asıl bundan sonra başlardı:Önceden davet edilen ve o sırada kral dairesinin dışında bekleyen Avrupa’nın en güzel ve enpahalı hayat kadınlarını salona alır, ‘’B….mun içinde koskoca bir pırlanta sakladım! Hanginiz ellerini kullanmadan ağzı ile arayıp bulursa, taş onun olacak!’’ der ve kadınlar pisliğin içine kafalarını daldırıp pırlantayı ağızları ile ararlardı.
Lozan Palas’ın idarecileri ‘’Dede’’ Ağa Han’ın otellerine her gelişinden sonra kral dairesinin perdesinden halısına, koltuklarından yatağına kadar herşeyini yenilemek zorunda kalırlardı.
Sebebi, Ağa Han’ın küçük abdesti geldiği zaman tuvalet yerine salonu,özellikle de perdeleri kullanmayı tercih eder ve tuvaletini buraya yapardı.
Lozan Palas’ta başka yaşanan bir hadise, otelin yöneticileri ve müşterileri sayesinde nesilden nesile aktarılacak bir olaydır.Otelin genel müdürlerinden biri henüz görevine yeni başladığı günler de Ağa Han yine otelde ki türlü melanetlerini işlemiştir.Bunun üzerine o müdür Ağa Han’ın karşısına geçerek; ‘’Alteslerinden oteli hemen terketmelerini rica ediyorum’’ demiş, Ağa Han hiç bir şey demeden oteli terketmiş ve Beau Rivage Oteli’ne gitmiş.
Ertesi gün işitilen bir haber şaşkınlıkla karşılanmış ve Ağa Han Lozan Palas otelini satın almıştı! Lozan Palas sahiplerini o gece Beau Rivage oteline davet eden Ağa Han, otel hisselerinin birkaç katını ödeyerek oteli satın almış ve o akşam yeniden Lozan Palas’ta ki kral dairesine geçmişti.
Lozanlılar bir gün sonra daha fazla şaşırdılar, zira Ağa Han Lozann Palas’a sadecebirkaç saatliğine sahip olmuş ve oteli hemen elden çıkarmış, hemde zararına satarak.İşin ayrıntıları yine birkaç gün sonra ortaya çıktı: Ağa Han oteli satın aldıktan sonra kendisini kovan müdürü işten atmış ve oteli sattığı grup ile yaptığı sözleşmeye ‘’kovulan genel müdüre bir daha hiçbir şekilde görev verilmeyeceği’’ yolunda ve aksine hareket edilirse kendisine yüksek bir tazminat ödeneceğini belirten bir madde koydurmuştu.
Dede Ağa Han dört defa evlendi. İlk karısı kuzeni,ikincisi ve iki oplunun annesi olan bir İtalyan dansçı, üçüncüsü ve üçüncü oğlunun annesi Fransız bir terzi, son karısı da Fransa’nın Lyon şehrinde yaşayan bir tramvay kondüktörünün kızı Yvonne Blanche Labrousse adında bir kadındı.
Gençliğin debirkaç defa güzellik yarışmalarına katılan Yvonne ‘’Fransız plaj güzeli ve ‘’Lyon güzeli’ seçildikten sonra Fransa’nın güzellik kraliçesi olmuş, ‘’Miss France ‘’ unvânını aldıktan sonra birkaç sene sonra Ağa Han ile tanışmıştı.
Ağa Han ile 1944’te evlenen Fransız güzellik kraliçesi (sözde, onlar gibi sapkın bir İsmailî) oldu. ‘’Begüm Ümmü Habibe’’ adını aldı ve 2000’deki ölümüne kadar sosyete sayfalarından hiç eksik olmadı.
Begüm kocasının meraklarını aratmayacak derecede maceralı bir hayat sürdü ama neler yapıp ettiğini yazmamak daha iyi olacak…
Meraklarından sadece birini, mesela Güney Fransa’da, Cannes taraflarında ‘’Yakimour’’ adını verdikleri malikânelerindeki misafir tuvaletlerinin kapılarının olmadığını söylemek kafi…