18. asır Osmanlı İmparatorluğumun bilim, kültür, tasavvuf ve edebiyat tarihinde Erzurum’lu İbrahim Hakkı hazretlerinin önemli bir yeri vardır. Dini ve tasavvufî bir gelenek içinde bilim ve kültüre hizmet ederek geniş halk kitlelerine seslenmeyi başaran bu alimin, hem edebi, hem dini ve hem de müsbet ilim yönü İncelenmeye değer bir konudur. Hakkında çeşitli eser, makale, broşür ve yazı kaleme alman Erzurum’lu İbrahim Hakkı Hazretlerinin büyüklüğü ile mütenasib ve onu hakkıyla tanıtacak bir inceleme bugüne kadar yapılmış değildir. Toplumları, içine saplandıkları bataklık ve sıkıntılardan kurtaran, bilgili, faziletli ve üstün zekâlı insanlardır. Bu yaradılış ve kabiliyette olan kişiler, baz an yıllar hatta yüzyıllarca beklenir durur. Umudun kaybolduğu anda kaybolup da yad ellere giden ve dönüşünden umut kesilen bir insanın ansızın çıkıp kendini göstermesi gibi, büyük atılımlara hazır âlim ve düşünürlerin ortaya çıkmasıyla durgun, hareketsiz, şaşkın ve ne yapacağım bilmeyen toplum, o andan itibaren birdenbire canlanmaya başlayarak ayağa kalkar.
Doğu Anadolu’nun önemli kültür merkezlerinden biri ve belki de en önemlisi olan Erzurum’a yakın Horasan şehrinden Hasankale’ye göç eden bir aileye mensup olan bu büyük düşünürün dedesi. Molla Bekir isminde çevresinde hayli şöhret temin eden ve cömertliği dillere destan olan bir ailenin çocuğudur. Azak seferine giderek orada şehid düşmüş bir daha Hasankale’ye dönmemiştir. İbrahim Hakkı hazretlerinin babası ise, Derviş Osman Haseniisminde yumuşak huylu, çekingen, halim selim ve çelebi-meşreb bir zattır. İbrahim Hakkı’nın «hilm ü haya madeni» dediği babası Derviş Osman, yirmi yaşına kadar Erzurum’lu bilgin Karaşeyhoğlu Seyyid İbrahim isminde bir zattan zamanın okunması mutad dinî ilimlerini öğrenmiştir. 1701 yılında geçirdiği buhran üzerine kendisini eğitecek ve şifaya kavuşturacak bir mürşid-i kâmil bulmak arzusuyla yanma Erzurum’lu Eyyup Efendi’yi de alarak seyahata çıkar. O esnada çevresinde haklı bir şöhrete ulaşmış ve Siirt’in on kilometre kadar kuzey doğusunda yer alan Tillo’da (Bugünkü ismiyle Aydınlar Bucağı) ikamet eden Şeyh İsmail Fakirullah’a (k.s) bağlanmıştır.
Doğumu ve Çocukluk Yılları
İbrahim Hakkı hazretleri, 18 Mayıs 1703 yılında Muharrem ayının ilk Cuma sabahı, Erzurum’a aşağı yukarı kırk kilometre uzaklıkta bulunan Hasankale (Pasinler) kasabasında dünyaya gelmiştir. Dokuz yaşma kadar amcalarının yanında kalan Erzurum’lu İbrahim Hakkı hazretleri, geceli gündüzlü okur ve çok az insana nasib olacak bir bilgi elde eder. Daha sonra Siirt’in Tillo (Aydınlar) Bucağına giderek Şeyh İsmail Fakirullah’a bağlanmış olan babasının yanında kalır, «babamdan daha biliş ve tanış idi* dediği bu zata kendisi de bağlanır. Kuvvetli bir tahsil ve terbiye ile yetişen bu ünlü alim ve düşünür, Arapça, Farsça ve Türkçe’ye lâyıkıyla hâkim olmuş ve bu üç dilde şiir yazacak bir mertebeye ulaşmıştır. Derviş Osman Efendi Tillo’da oğlunu, büyük bir şefkat ve sevgi ile büyütmüş ve birlikte kaldıkları Şeyh İsmail Fakirullah dergahı onlar için âdeta bir eğitim ve kültür merkezi olmuştur.
On yedi yaşında babasını kaybeden İbrahim Hakkı hazretleri, tekrar doğum yeri olan Erzurum’a dönmüştür. Okuma imkanları bakımından Erzurum’u tercih ettiği anlaşılan bu mütefekkir ve şairin gönül bakımından Tillo’ya bağlı olduğu ve küçüklük yıllarının verdiği mutluluğu tatmak için (1140-1728) tekrar oraya dönmüş. Şeyh İsmail Fakirullah’tan tasavvuf, tarikat ve dini bilgiler almıştır. Tillo’ya gidişinden yedi sene gibi bir zaman geçtikten sonra, Şeyh İsmail Fakirullah’ın vefatı üzerine tekrar doğum yeri olan Hasankale’ye dönmüş, oradan da Erzurum’a gidip Yukarı Habib Efendi Camii’nde imam ve hatip olarak görev yapmış, bunun yanında başka camilerde de va’z ü nasihatlarla halkı aydınlatmaya çalışmıştır. Hayatının gençlik ve olgunluk dönemlerine rastlayan bu yaşlarda daha çok şifahî bilgi ve kültüre önem vererek ileride kaleme alacağı eserlere hazırlık yapmıştır.
Otuz üç yaşına bastığında Firdevs isminde Erzurum’lu bir hanımla evlenir. 1738 senesinde ilk defa hacca gider. Dönüşünde büyük İslâm şair ve düşünürlerinin eserlerinden seçmeler yaparak «Lübbü’l-Kütüb* isminde 7 ciltten müteşekkil gayet kıymetli bir antoloji meydana getirir. Bu antolojinin beş cildi halen torunlarından Mesih İbrahim Hakkıoğlu‘nun elinde, iki cildi ise Erzurum Atatürk Üniversitesi Kütüphanesinde bulunmaktadır. 1742 yılında zengin bir ailenin kızı olan Fatıma isminde ikinci bir kadınla evlenir. Bunu üçüncü ve dördüncü evlilikleri takip ederek Belkıs ve Züleyha isminde iki hanımla daha evlenir. Böylece dört hanımla evliliğini büyük bir huzur ve mutluluk içinde devam ettirir. Hasankale’de saçaklı ve eyvanlı bir ev yaptırarak zaman zaman oraya gitmeyi tercih eder.
İstanbul Seyahatları
İbrahim Hakkı hazretleri, 1747 yılında, Sultan I. Mahmud’un tahtta olduğu bir dönemde İstanbul’a gelir ve Padişah tarafından Saray’a davet edilerek yakın bir ilgi ve alâka görür. İbrahim Hakkı’nın (k.s) Saray’a davet edilmesinin gaye ve maksadı üzerinde duran kaynaklar, bu davetin ilim ve kitap sevgisinden doğduğunu ve bu büyük düşünürün eline geçen fırsatı değerlendirerek Saray kütüphanesinden oldukça fazla yararlandığını ileri sürmektedirler.
Marifetnâme isimli eserini yazmada büyük yararı olan bu ziyaret esnasında, sarayda bulunan ve başka yerlerde benzerine rastlanılması güç kitaplardan yararlandığı, not aldığı, kendisine gerekli olan malzeme ve bilgiyi topladığı muhakkaktır. Ayrıca bu seyahat esnasında «ders okutmak şartıyla* Sultan 1. Mahmut tarafından Erzurum’un Şigveler Dağı eteğinde bulunan Abdurrahman Gazi (Abdurrahman Dede) zaviyedârlığına tayin edilir. Erzurum’a döndüğünde ufak tefek bir takım esercikler yazma denemelerine girişir. 1755 yılında ikinci defa İstanbul’a gelir. Buradan hanım ve çocuklarına yazdığı bir takım enteresan mektuplar günümüze kadar ulaşabilmiştir. İstanbul’dan döndükten sonra kendisini tamamıyla eserler yazmaya vererek Hasankale’ye çekilir. En büyük eseri olan Marifetnâme’yi tamamlamak için uğraşır. Daha sonra diğer eserlerini yazar. İbrahim Hakkı kadar seyahat yapmış bununla beraber gezileri çalışmalarına engel olmamış bilgin ve şair nadirdir. Hasankale onun doğum yeri olmasına rağmen hayatında en çok sevdiği ve bir türlü ilgisini kesemediği, içinde mesut günler geçirdiği ve kendisine ikinci vatan olarak seçtiği yer şüphesiz Tillo’dur. Sıkıştıkça, huzur bulmak için Tillo’ya yönelir. Bu esnada, Fatime ismindeki eşinin ölümü üzerine Şeyh İsmail Fakirullah’ın torunu, Abdülkadir’in kızı Fatime Azize ile son evliliğini gerçekleştirir.
Kayın biraderi Mustafa Fani ile 2. defa hacca gitmeye karar verir. Çeşitli ilim merkezlerinde, bu arada Halep, Şam, Mekke, Medine, Kudüs ve benzeri tarihi ve kutsal şehirlerde devrin ünlü bilginleriyle temaslarını sürdürür, onlarla çeşitli konularda bilgi alışverişinde bulunur. Hasankale kasabasında doğduğu halde daha çok, büyük bir merkez olan ve eskilerin «Erzen-i Rûm* dedikleri şehre nisbetle anılan İbrahim Hakkı, hac dönüşünde Tillo’ya yerleşir ve Şeyh İsmail Fakirullah’ın tekkesinde ders okutmak suretiyle talebeler yetiştirmeğe çalışır. 1768 yılında Erzurum Müftüsü Şeyh Mustafa ile üçüncü defa hacca giden İbrahim Hakkı, amcası oğlu Yusuf, Nesim’e yolladığı bir mektupta, kendi eserlerinin Şam ve civarında okunup beğenildiğini yazar.
İbrahim Hakkı’nın, İsmail Fehim, Ahmed Naimi, Muhammed Şakir ve Osman Nedim adında dört erkek. Gülsün, Hanife ve Şemsi Aişe olmak üzere üç kızı olmuştur.
Son demlerini Tillo’da geçiren Erzurum’lu İbrahim Hakkı hazretleri, 22 Haziran 1780 yılında vefat etmiş ve daha önce şeyhi ve mürşidi İsmail Fakirullah hazretleri için yaptırdığı türbenin içine defnedilmiştir. Bugün de senenin hemen hemen her mevsiminde burası ziyaretçiler tarafından gezilmekte ve büyük bir ilgi toplamaktadır.
İbrahim Hakkı hazretlerinin eserleri
18. asır, insanlığın eğitim, bilim ve kültürde büyük atılım ve hamlelere giriştiği, buluş ve icatlara yöneldiği bir çağdır. Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleride bu keşif ve icatlara yabancı kalmadan, imkanları sınırlı olmasına rağmen aynı yolda yürümüş ve kendisini çevresine tanıtabilmiştir.
Müsbet (pozitif) ilimler alanında büyük bir basan elde eden bu mutasavvıf şair, mensur ve manzum olmak üzere on beş kadar eser kaleme almıştır. Her ne kadar bu sayı kaynak ve tetkiklerde otuz dokuza çıkarılmakta ise de kendisinin bizzat verdiği rakam onbeştir.
1 – Divanı (İlahinâme) (1755)
2 – Marifetnâme (1756)
3 – İrfaniyye (1761)
4 – İnsaniyye (1763)
5 – Mecmuatü’l-Maâni (1765)
6 – Tuhfetü’l-Kiram (1767)
7 – Nuhbetü’l-Kelam (1768)
8 – Meşakiku’l-Yûh (1771)
9 – Sefine-i Nûh (1773)
10 – Kenzü’l-Futûh (1774)
11 – Definetü’r-Rûh (1775)
12 – Ruhu’ş-Şurûh (1776)
13 – Ülfetü’l-Enâm (1776)
14 – Urvetü’l-İslâm (1777)
15 – Hey’etü’l-İslâm (1777)
Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere yazdığı eserlerinin ilk beşini Erzurum’da bulunduğu sıralarda tamamlamıştır. Geriye kalan eserlerini ise Siirt’e bağlı Tillo Bucağı’nda yazmıştır.
Marifetnâme adlı kitap hakkında
Hafif modernleşme hareketleri arasında eski usulde bir eser olan Marifetnâme, bu cins kitapların son turfandası sayılabilir. İstanbul, Bulak ve Kazan’da değişik tarihlerde çeşitli baskıları yapılan eser, bir Mukaddime (Önsöz), üç Fen ve bir Hatime (Son söz) olmak üzere üç kısımdan müteşekkildir.
Her fen, bölümlere, bölümler konulara, konular da kısımlara ayrılmıştır. İbrahim Hakkı hazretleri, önsöze başlamadan önce âlem-i kebir dediği kâinatı ve onun sırlarını ele alır. Daha sonra âlem-i sağir diye adlandırdığı insan vücudunu işler. Cenab-ı Hakk’ın birliğini kesin olarak öğrenmek ve masivâdan kurtulma yoluna girmesini tavsiye ederek bu kısımda menkul ve muteber olan tarzda kâinatın yaradılışını, Arş’ı, melekleri, cennet ve cehennemi, Kürsî, Levh ve benzeri konuları açıklamaya çalışır.
Bundan sonra hesap (Matematik) ve hendeseye (geometri) dair basit fakat açık bilgiler verir. Alemin küre şeklinde olduğunu ispat ederken Katip Çelebi’nin Cihan-nümâ adlı eserinden çokça yararlanır. İmam-ı Gazali’nin; «Tehafütü’l-Felasife» sinden bu bahse dair konuları olduğu gibi Türkçe’ye çevirir. Bu aktarmayı yaparken yararlandığı kaynaklara değinir. Sudan bahsederken dünyanın evvelce, sularla örtülü olduğunu, bazı taşlar kırılınca içinden deniz hayvanları (fosil) çıktığını Fahreddin’i Razi‘nin bir sözüne dayanarak söyler.
İbrahim Hakkı’nın bu konudaki inancı, kendinden evvel yaşamış olan İslâm bilginlerinin düşüncelerinden ayrı değildir. Yine bu münasebetle Magellan‘ın seyahatinden bahsederken Amerika’nın keşfini haber verir. Erzurum’lu İbrahim Hakkı, bütün bu bilgilerden sonra astronomi ilmine geçer ve birtakım açıklamalarda bulunur. Yaratıkların eşrefi olan insana gelince anatomi ile konuya girer. Tıptan ve ilaçlardan bahsederken İbn-i Sina‘dan yararlandığı görülür.
Fenn-i saliste (üçüncü bahis), eserin büyük bir bölümünü teşkil eden, dinî meseleleri ele alır. Şeyhi ve mürşidi İsmail Fakirullah’ın hasep, nesep ve kerâmetlerinden bahseder, sonra adap, ahlâk ve muamelata dair bilgi verir. İnsanın hayatta takip etmekle yükümlü olduğu kurallar üzerinde durur.
Anadolu’da yıllarca özel bir itina ve bilgiyle saklanıp okunan Marifetnâme’nin münevver çevrelerde de belli ölçülerde etkili olduğu söylenebilir. Toplum psikolojisini çok iyi bilen ve önce şarkta hâkimiyetini sürdüren bilgilerle işe başlayan mütefekkirimiz, İslâmi inanç ve düşünceye ters düşmeden yeni fikir ve teorilerin ortaya çıkmasına yardımcı olması ve bunları akli delillerle isbat etmesi, asla küçümsenmeyecek bir anlayışın ifadesidir.
Bunalımlara Çare Arayan Şair
İbrahim Hakkı hazretleri, yakın tarihlere kadar sadece bir mutasavvuf olarak bilinmekte idi. Oysa ki «Marifetnâme» isimli eseriyle şark kültürünün en güçlü temsilcilerinden biri olduğu muhakkaktır. Bugün de Edirne’den Kars’a kadar birçok kişinin sıkıntıya düştüğü an tekrarladığı:
«Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki ğayr eyler
Arif anı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.»
Müstakbele hem dalma
Hal ile dahi olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.»
İbrahim Hakkı hazretleri, görüş ve düşüncelerini insanlara zorla kabul ettirmeye çalışan bir propagandacı değil, çoğu zaman yol gösterici, halim-selim bir bilgin, öğreticilik görevini nakil, akıl ve mantık çerçevesi içinde yürütmeye çalışan bir düşünür, insanlığın hayrını gönülden arzulayan bir şair olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğumun siyasî ve İktisadî hayatının o çağda bir gerileme, hatta çökmeye doğru yöneldiği söylenmekte ise de, kültür ve edebiyatımız geçmişten aldığı hız sayesinde 18. asırda da bir dereceye kadar güç yetirebilmiştir.Böyle bir ortamda gittikçe gerilemeye doğru yol alan imparatorluğun manevi koruyuculuğunu üstlenenler arasında İbrahim Hakkı hazretlerinin önemli bir yeri vardır. O, sadece yaşadığı çağdaki konularla değil, kendisinden sonra da insanlığı ilgilendiren bazı meseleler üzerinde kafa yormuş özellikle kader, tevekkül, çalışma azmi, çağa ayak uydurma, İlâhî aşk ve sevgi gibi duygular karşısında insanların alacağı tavır, biçim ve davranış üzerinde kafa yormuş; hemen hemen her asırda ortaya çıkması muhtemel sorunların halli için şiir lisanıyla öğütlerde bulunmuştur.
Kütüphanelerimizde büyük iftihar vesilesi nice eserler vardır ki zeytinyağı, mum, gaz lambası ve hatta ay ışığında yazılmıştır. Marifetnâme sadece bunlardan bir tanesidir. Halbuki flöresans lambalarının ışıkları altında yazılan şimdiki eserlerin yüzde doksanı daha doğar doğmaz ölmeye mahkumdurlar.
«Bir işi murad etme
Olduysa inad etme
Hak’tandır o, reddetme
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.»
diyen şair, her şeyi Allah (C.C.)’a havale eden bir tavır içinde daima yeni ufuklara doğru yol almıştır.
İbrahim Hakkı hazretlerinin öğretim metodu
Konuları işlemeye başlarken İbrahim Hakkı, okuyucusuna “Ey aziz!” diye hitap eder. Bunun peşinden de konunun özelliğine göre yani ahlâk, tasavvuf, hikmet veya astronomiyle ilgili oluşuna göre, o ilmin ileri gelenlerinden nakiller yaparak konuya girer. Bu giriş ifadeleri: “Ehl-i edep demişlerdir ki…” “Ehlullah demişlerdir ki…” “Ehl-i hikmet demişlerdir ki…” “Ehl-i hey’et demişlerdir ki.” şeklindedir. Konunun bitişinden sonra da çoğu kez “nazım”, “mesnevi”, “şiir”, “ruba’i”, “beyt” gibi başlıklar altında manzumeler getirir. İbrahim Hakkı, konu arasında ayet ve hadislere büyük ölçüde yer vermekte, hatta bazı konuları sırf hadis mealleriyle işlemektedir.
İbrahim Hakkı hazretlerinden bazı tavsiyler
Öğrencinin hocasından ilim öğrenme edebi :
“Ey aziz! Şunu bil ki, ahlâkçılara göre öğrencinin hocasından yararlanmasının edep ve usulü şunlardır:
1. Yanına gittiğinde, Hocaya selâm verip, ayakta beklemek.
2. Hocasının izniyle oturmak.
3. Namaz kılıyormuş gibi saygılı bir şekilde durmak.
4. Hocasının huzurunda az konuşmak.
5. Hocası sormadıkça bir şey söylememek.
6. İzin istemeden soru sormamak.
7. “Falan senin söylediğinin aksini söylemiştir” deyince hocaya karşı gelmemek.
8. Meselenin doğrusunu hocasından daha iyi bildiğini söylememek.
9. Hocanın huzurunda iken arkadaşının kulağına bir şey fısıldamamak.
10. Başını önüne eğmek, etrafına bakmamak.
11. Hoca usanıp sıkılınca susup konuşmamak
12. Hoca gidip geldikçe ayağa kalkmak.
13. Hoca gitmek üzere ayağa kalkınca artık soru sormamak.
14. Hoca yolda giderken ona bir şey sormadan yanı sıra gitmek.
15. Hocanın çocuklarına ve yakınlarına bile saygı ve hürmet göstermek.
16. Hoca, beğenilmeyen, uygun olmayan bir şey yapacak olursa su-i zanna kapılarak o hareketi başkalarına duyurmamak ve, “Bunu o daha iyi bilir, bir bildiği var ki, böyle yaptı” demek gerekir. Akla kötü fikir gelince de Hz. Musa ile Hızır (a.s)’ın kıssasını hatırlamalıdır.
İşte her ilim yolcusunun, hocasına karşı böyle edepli davranması gerekir. Büyükler: “Gayeye ulaşanlar, hürmet ve saygılarıyla ulaştılar; kaybedenler de hürmet ve saygıyı terk etmeleri sebebiyle kaybettiler.” demişlerdir.
“ Üstadına tazim et, zira ki denilmiştir: “Bana bir harf öğreten, beni kendine köle etmiştir.” (1)
Zevce yani eşin ile sohbetin yöntem ve edebleri
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nden: Ey Aziz! Edeb ehli demişlerdir ki, erkeğin hanımı ile sohbetinin edeb ve şartları şunlardır:
1. Hanımına iyi huylu olmalıdır.
2. Onunla rıfk ve yumuşaklıkla sohbet ve ülfet vedip, tatlı ve hilm ile söylemelidir. Nitakim hadis-i şerifde: “İnsanların hayırlısı, ehline hayırlı ve faydalı olan kimsedir” buyuruldu.
3. Eve girince, hanımına selam verip, halini sormalıdır.
4. Tenhada neşeli görünce saçlarını okşayıp, tatlı sözlerle bûs etmeli, sarılmalıdır.
5. Tenhada üzüntülü bulunca, ona, çok sevdiğini söylemelidir. Şefkatle gönlünü almalı, tatlı konuşmalıdır.
6. Ehlinin hatırını, işe yarar, yalana yakın sözlerle almalıdır. Zira o evinde mahbûs, başkasından meyus (ümidsiz) ve kendisiyle menûs olan dert ortağı, gam gidericisi, iş ortağı, oyuncağı, tarlasıdır.
7. Çocukların terbiyesinde ehline yardım etmelidir. Çünkü çocuk anasına gece gündüz feryad ü figan ile, bir zaman istirahat vermez, amansız alacaklıdır. Ona yardım edene, mevlası yardım eder.
8. Ehline kendi giydiği kumaş gibi elbise giydirmelidir.
9. Kendi yediğinden yedirmelidir. İmkânı varsa nafakasını geniş tutmalıdır. Ehlinin meskenini elbisesini ve nafakasını boynuna vacib bilmelidir.
10. Ehlini hiç dövmeyip, dünya işlerindeki kusurlarından ötürü sövmemeli, kötü söylememelidir.
11. Ehlinin din işlerindeki kusurları için bir günden çok küsmemelidir.
12. Rıfk ile onu idare etmelidir.
13. Ehlinin kötü huyalrı baş gösterince, kabahati kendinde bulup, ben iyi olsaydım, o da iyi olurdu demelidir.
14. Ehli kızınca susmalıdır. Erkek susunca, hanımı pişman olup, özür diler. Çünkü o zaif yaradılışlıdır. Susunca mağlub olur.
15. Ehli güzel huylu olup, her hizmetini seve seve yapmağa başlayınca, ona dua, Hakka şükr ve sena etmelidir. Çünkü erkeğe uygun bir hanım, şükrüne dikkat edilemeyen bir nimettir.
16. Ehline öyle davranmalıdır ki, hanımı, kocam beni, herkesten çok seviyor bilmelidir.
17. Evin idaresi ve geçimi hususunda ehliyle meşveret edip, ona danışmalı, diğer büyük işlerini ona anlatıp üzmemelidir.
18. Ehlinin günah olmıyan kusuralrını ve hareketlerini görmemezlikten ve bilmemezlikten gelmelidir.
19. Ehlinin gizli hallerini ve ayıblarını herkesten saklamalıdır.
20. Ehli ile şakalaşıp, latife ve çeşitli oyunlar yapmalıdır. nitekim Hazret-i Habib-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ezvâc-ı mutahharasıyla oynar, onlara karşı insanların en zarifi olurdu. Hatta bir defa Hazret-i Aişe (radıyallahu anha) ile yarış ettiklerinde, Hazret-i Aişe geçti. Sonra bir daha yarış yaptıklarında resûlullah geçti. Çünkü erkeğin hanımı ile oynaması boş ve luzumsuz değildir. Belki doğrudur ve taattir.
21. Ehlini kalabalık insanların bulunduğu yerlerde oturtmamalıdır. Böylece namahrem görüp, onlara meyl etmez.
22. Ehline Kur’an-ı Kerim okumasını farzları ve dinin edeblerini öğretmelidir.
23. Ehline çok süslü ve değerli elbise giydirmemeli, taki böylece süslerini göstermek için dışarı çıkıp, caka satmasın ve evinin hanımı olsun.
24. Ehlinden izinsiz sefere, belki hacca gitmemelidir.
25. Ehli saliha ve itaatkar ise, üzerine bir daha evlenmemelidir.
26. Ehline üzüntülerini, sıkıntılarını, düşmanlarını, borçlarını söylememelidir.
27. Ehline yüzüne ve arkasında hayır dua edip, beddua etmemelidir. Zira gece ve gündüz onun hizmetindedir. Ekmek pişiricisi, yemek yapıcısı, çamaşırı dikicisi ve yıkayıcısı, evinin ve malının koruyucusudur. Belki enisi, munisi, yari ve nigarıdır.
Ey dost! Hanımına iyi huylu olmalısın, onunla yumuşaklıkla sohbet ve tatlı sözle konuşmalısın. Peygamberimiz “İnsanların hayırlısı, eşine ve ev halkına hayırlı ve faydalı olan kimsedir” buyurur. Eşini üzüntülü bulduğunda onu çok sevdiğini söylemelisin, şefkatle gönlünü almalısın. Çünkü o evinde mahpus ya da meyus, ümitsiz olabilir. Onun dert ortağı sen olmalısın. Çocukların terbiyesinde de eşine yardım etmelisin. Çünkü çocuk, annesine, gece gündüz ağlamak ve sızlamak suretiyle hiçbir zaman istirahat vermez. Ona yardım edene Mevlası da yardım eder.
İşlerindeki kusurlarından ötürü kızmamalısın, kötü söz söylememelisin. Ve bir günden de çok küsmemelisin. Eşinin kötü huyları baş gösterince kabahati kendinde bulup: “Ben iyi olsaydım, o da iyi olurdu” diye düşünmelisin. Hanımın kızınca sen susmalısın. Erkek susunca hanımı pişman olup özür diler. Her hizmetini seve seve yapmaya başlayınca, ona dua, Hakk’a şükür ve sena etmelisin; çünkü erkeğe uygun bir hanım, şükrü edilemeyen bir nimettir. Hanımına öyle davranmalısın ki eşin, “Kocam beni herkesten çok seviyor” demelidir.
Evin idaresi ve geçimi hususunda ona danışmalı, onunla konuşmalısın. Diğer büyük işlerini ona anlatıp üzmemelisin. Eşinin günah olmayan kusurlarını ve hareketlerini görmezlikten ve bilmezlikten gelmelisin. Gizli hallerini ve ayıplarını ise herkesten saklamalısın. Eşin ile şakalaşıp lâtifeler, çeşitli oyunlar yapmalısın. Sevgili Peygamberimiz eşleri ile oynar, onlara karşı insanların en zarafetlisi olurdu. Hatta bir defasında Hz. Aişe ile yarış ettiklerinde Hz. Aişe geçti; sonra bir daha yarış yaptıklarında Resulullah geçti. Tatlı sözle konuşmalar sizi birbirinize bağlar. Eşi işe karşılıklı farz olan bilgileri, ilimleri konuşmalı okumalıdır. Kendi giydiğinden giydirmeli, kendi yediğinden yedirmelidir. Eşine, üzüntülerini, sıkıntılarını, düşmanlarını ve borçlarını asla söylememelidir; çünkü bunları kendisi aşsa bile onun dünyasında bir iz bırakacaktır.
Eşinin yüzünden ve arkasından hayır dua edip beddua etmemelidir. Çünkü o gece gündüz onun hizmetindedir. Ekmeğinin pişiricisi, yemeğinin pişiricisi, çamaşırının dikicisi ve yıkayıcısı, malının, çocuklarının ve şerefinin koruyucusudur. Hem enisi (dostu), hem munisi, hem yâri, hem nigârıdır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinden diğer önemli tavsiyeler
Ey aziz, iyilerin safında yer almak için, itikadı düzeltmek, namazları vaktinde kılmak, şehvetin arzularını unutmak, sıfatları bilmek ve zat-i ilahiyi sevmekle olur.
Dünya ile olan gönül zarardadır Ukbâ ile olan gönül erir. Mevlâ ile olan gönül temiz ve ne güzeldir. Gafilin kalbi dünyaya bağlıdır. Zâhidin kalbi ukbâya bağlıdır. Ârif´in kalbi Mevlâya bağlıdır. Gönül, çok şefkatli bir arkadaştır. Kalbin Hakk ile olsun ve kalıbın halk ile kalsın.
Ey Aziz! Dil insanın terazisidir. Üç şey her belayı kendine çeker: Ciddi olmayan konuşma, şaka ve saçma sözdür. Arkadaşların gıybeti rezalettir. Şaka heybeti kıran afettir, minnet cömertliği yıkan felakettir. Konuşursan, doğru söyle, söz verirsen tut, tatlı konuşmak ve sesle selam sünnet-i kiramdır.
Yumuşak söz ve bol selam insanların sevgisini kazandırır. Ey Aziz! Zikrullahın en üstünü, sessiz olarak kalb huzuru ile Lailahe illallah kelime-i tayyibesini tekrardır. Zikrullah, kalblerin nuru, ruhların huzurudur. Zikrullah bedene lezzet, ruha kuvvettir.
Gözlerin cilası, sırların nurudur. Arifin adeti, Allahü Teâlâ´yı zikr ve O´ndan başkasını unutmaktır. Zikrullah sadra cila, akla nurdur. Kalblerin hayati, mahbubun likasıdır. Dilin adeti, kalbin düşüncesidir. Hakkı zikredeni, Hak da zikreder. Allah, şefaatlerini bütün müminlerin ve bizlerin üzerine eylesin.
Dipnot:
1- Marifetnâme, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s. 539-540. M.Bilgen