Sadece Gerçek logo

Kahve ve kahvehanelerin tarihi

Kahve ve kahvehanelerin tarihi


Kahve hiçbir zaman sadece bir içecek niteliği taşımadı . Kahvenin bütün Avrupa’nın gözde ve neşeli çevrelerinde bir gecede çılgın bir moda haline gelmesinin üzerinden neredeyse üç yüzyıl geçti . Ama 20. yüzyılın sonlarına vardığımız bu dönemde bile kahveyi susuzluğumuzu dindirmeye ya da içimizi ısıtmaya yarayan adi iksirlerin saflarına gönderemedik. Yüzyılları bulan tanışıklık kahvenin başlangıçtaki esrarından pek az şey alıp götürdü.


Günümüzün Batı toplumu için doğru olan bu belirleme, Yemen ‘in ücra köşelerinden gelme kahvenin birdenbire ortaya çıkışının üzerinden ancak birkaç on yılın geçtiği 16 . yüzyılın Yakındoğu’su için çok daha geçerliydi. Başka özelliklerinin yanı sıra ticari vurguna açık bir mal, konukseverliğin bir simgesi ve tatlı bir rehavetin mazereti olan kahve, aynı zamanda dönemin önemli hukuki, fikri ve edebi saplantılarından biri haline geldi . Bu saplantı çerçevesinde İslam dünyasının Edirne’den Aden’e kadar uzanan başkent ve metropollerinde zaman zaman parlayan yoğun bir tartışma koptu . Konu hakkındaki sayısız konuşmaların, ateşli nutukların ve lanetlerin yansımalarını vakayinamelerde, fetvalarda ve fermanlarda, ayrıca o dönemde kahvenin erdemleri, sağlığa yararları ve mübahlığı üzerine yazılmış ve günümüze ulaşmış birkaç risalede bulabiliriz. Kahve yüksek çevrelerin ilgisini çeken bir sorun oldu. Birbirini izleyen yetkililer kahve konusunda birbiriyle çelişen tavırlar takındı ve bu içeceğe ilişkin devlet politikaları hükümdarların yakın çevresinin bileşimi ölçüsünde bir değişkenlik gösterdi . Yarı resmi ulema çevrelerinde, fanatik kahve muhalifleri ile kimi zaman fanatiklikte onlardan geri kalmayan kahve yandaşları arasında gittikçe derinleşen bir görüş ayrılığı belirdi. Düzinelerce insan bu konudaki düşüncelerini yazıya dökmeyi uygun gördü . Bu tür yazarlardan  birçoğu gelecekte hatırlanacak başka bir yapıt bırakmamış kişilerdi, ama  17. yüzyılın ünlü Osmanlı yazarı ve bibliyografya ustası Katip Çelebi gibi edebi ışıkları çok daha parlak kişiler de ikinci derecedeki eserlerini kahve üzerine verdiler. Birçok yerde ağızlardan dökülen sözlerin yanı sıra kan  da aktı. İstanbul’da baskıcı önlemlere başvuruldu. Kahire’de ardı arkası kesilmeyen kahve yanlısı ve kahve karşıtı ayaklanmalar patlak verdi. Genel ahlakı koruma adına kahvehanelere baskınlar düzenlendi ve mallar müsadere  edildi. Bazen devletin en yüksek çevrelerince yönlendirilmekle birlikte, bu baskınlar daha çok alt düzeydeki yetkililerin inisiyatifiyle ve genellikle kendileri dışında kimsenin bilmediği gerekçelerle yapılıyordu.


Tartışmanın geçtiği dönemdeki bazı Müslümanların da yaptığı gibi, kahveye karşı çıkan çevreleri İslam hukukuna ve doğru davranış biçimine ilişkin sapkınlığa varan katı kavramların etkisiyle harekete geçerek, kendini  beğenmiş ve erdemlilik taslayıcı bir tavırla en masum dünyevi zevkin aleyhine  vaazlar veren Müslüman softalar olarak geçiştirirsek, onlara haksızlık  etmenin ötesinde kendimizi de zor bir duruma sokmuş oluruz. Çünkü böyle bir tutuma girdiğimizde, üç yüz yıldan beri sönmüş, soğumuş bir tartışmaya taraf olma durumuna düşeriz. 

Buna karşılık kahve içmeye ve halka açık kahvehaneleri işletmeye karşı çıkmanın temelinde biraz daha akılcı bir açıklamanın yattığını varsayarsak, 16. yüzyıl kent aydınlarının içinde yaşadıkları topluma nasıl baktıklarını ve bazılarının neden kahve içmeyi bu toplum için bir tehdit olarak gördüklerini daha derinden kavrayabiliriz. Aslında bu tür tartışmalarla ilgili belgeleri o kadar yararlı kılan da sorunun bu yönüdür. Bu belgelerin önemi, gerçekten de bol bol sundukları renkli anekdotlardan çok, genelde daha ağırbaşlı ve makul insanların ciddi kaygılarını yansıtmalarından gelmektedir.


Dönemin yazarlarınca ya da daha sonraki bilim adamlarınca kahve tartışması üzerine yazılanların  oluşturduğu mevcut literatürün tümünü incelerken, kahve içmeye karşı muhalefetin ortaya çıkmasına ve gelişmesine ilişkin birkaç geleneksel açıklamayla kaçınılmaz olarak karşı karşıya geliriz. Çoğu durumda bu açıklamalar aşağıdakilerden birini ya da birden fazlasını içermektedir:

1. Kahve fiziksel ya da kimyasal yapısı bakımından öyle bir maddeydi ki, tüketimi halinde bir şekilde İslami kuralların çiğneneceği, çünkü zehirleyici ya da insan bedeni için zararlı olduğu, örneğin çekirdeklerinin kömür haline gelinceye kadar kavrularak hazırlanması yüzünden makbul olmadığı düşünülüyordu.


2. Kahve sırf “bid’a” ( yenilik)
diye görüldüğü için dinde aşırıya kaçan (Kadızadeler v.s) çevrelerce reddedilmişti.

3. Kahvehanedeki toplumsal yaşamın önemli bir parçası haline gelen siyasal faaliyetler yönetici seçkinleri giderek daha çok ürkütmüştü.

4. Kahvehane müdavimleri kumardan suç teşkil eden aykırı cinsel ilişkilere bulaşmaya kadar varan çeşitli yakışıksız eğlencelere karışmış, sonuçta da halkın ahlakının bekçiliğiyle görevlendirilmiş memurların dikkatlerini üzerlerine çekmişlerdi.




Bu açıklamaları “geleneksel” diye nitelendirirken, yermek gibi bir niyetim yok. Tam tersine açıklamaların hepsi ve özellikle son ikisi, kahveye karşı öne sürülmüş savlardan çıkarılan görece doğru değerlendirmelerdir.


Tek tek ya da toplu olarak alındığında, ifade edebildikleri ölçüde kahve karşıtı yasakların gerisindeki duyarlılığı yansıtan, genelde geçerli açıklamalardır. Bundan sonraki bölümlerde anlatılacakların büyük bir bölümü, önceki yazarlarca ortaya atılmış kuram ve yorumları doğrulayarak yeni kanıtlarla güçlendirecektir.


Son olarak, gezginlerin anlatımlarıyla ilgili birkaç söz söyleyeyim. Belki de işlerinin esasını oluşturduğu için, bunlar garip, yeni ve kendi ülkelerinde gördükleri hiçbir şeye benzemeyen şeyleri yazıp aktarırlar. 16 . yüzyıl sonlarıyla 17. yüzyıl başlarının Avrupalı gezginleri, başlangıçta olağanüstü itici bir içecek olarak gördükleri kahve hakkında oldukça az bilgi verirler.

İtiraf etmek gerekir ki, bazı anlatımlar epey yavandır. Örneğin, İmparator l. Ferdinand’ın büyükelçi olarak Kanuni Sultan Süleyman’ın sarayına gönderdiği Augier Ghislain de Busbecq (1522-92), ilk kahvehanelerin ortaya çıktığı, hatta padişahın sarayda kahvecibaşı adıyla bir görevli atadığı bir dönemde İstanbul’da bulunmuştu. Gelgelelim neredeyse bütün görev süresi boyunca dairesinde kalmayı diplomatik misyonunun yararına gördü ve bunun sonucu olarak kentin günlük yaşamını çok az gözledi. Busbecq’in epey becerikli bir diplomat olduğuna kuşku yok, ama insan ister istemez  biraz ukala olduğu izlenimine de kapılmadan edemiyor.

Neyse ki çok daha gelişmiş bir merak duygusu olan başka gezginler vardı. En önemlileri içinde İngiliz şair Sir George Sandys (1577-1644),  Fransız gezgin Jean de Thevenot (1633-67) ve daha sonraki bir dönemde yaşamış Alman gezgin ve kaşif Carsten Niebuhr (1733-1815) sayılabilir.

Yemen’de kahve ekiminin başladığı yörelerin manzarasını bize çizdiği için, Niebuhr özellikle yararlıdır. Sandys ve Thevenot nadir görülen bir keskin gözlem gücüne sahip insanlardı . Avrupalı gezginlerin en fazla yapabilecekleri şey, kendi çevrelerinde gördükleri günlük yaşamın ayrıntılarını aslına uygun olarak sunmaktı. Ama sırf okurları için güzel bir hikaye oluşturacağı düşüncesiyle, doğrulanmamış söylentileri aktarma eğilimi gösterdiklerini de her zaman göz önünde tutmak gerekir.

Kahvenin Yakındoğu’ya Girişi

İslam ülkelerinde, 15. yüzyıl ortalarında bir tarihte kahveyi herkes içmeye başladı. Toplumda kendine sessiz sedasız yer edinmesi nedeniyle, kahve içmenin başlangıcına ilişkin daha belirgin bir tarih vermek olanaksızdır. Sorun bir ölçüde erken yeniçağ Ortadoğusundaki tarih yazımının niteliğinden kaynaklanır.

Geçmişi ele alıp yazıya dökmenin ilk örnekleri vakayiname ve tezkirelerdi; bunlar da haliyle seçkin kişilerin ölümü, ayaklanma, darbe, salgın ve istila gibi dönüm noktası diyebileceğimiz olaylar üzerinde durmaktaydı. Maddi kültürün gıda ürünleri türünden unsurlarının bir topluma girişi ancak sözcüğün en mecazi anlamıyla bir istila olarak nitelendirilebileceği için, gerçek bir orduyla karşılaşınca kaçınılmaz olarak ortaya çıkan kayıt düşme alışkanlığı burada söz konusu değildir. Gerçek orduların hemen farkına varılması, en azından görece doğru bir kronoloji oluşturma açısından siyasal tarihçinin işini bir parça kolaylaştırır.



Birkaç yüzyıl sonrasının tarihçisi elindeki kaynaklarda verilen tarihleri başka bilgilerle ve muhakeme gücüyle bağdaştırmak zorundadır; ama genellikle çalıştığı alan oldukça dar bir zaman dilimidir. Buna karşılık maddi kültürün unsurları, örneğin bir alet, bir icat, yeni bir gıda maddesi ya da buna benzer bir şey genellikle dönemin tarihçilerinin farkına varamadığı ya da en azından kayda geçirmediği bir alana doğru kayar. Birkaç yüzyıl sonrasının tarihçisinin en fazla yapabileceği şey, üzerinde durulan konunun ortaya çıkış sürecine ilişkin bir terminus ad quem (bitim noktası) belirlemek ve daha kesin sözlerin söylenebileceği alanlara geçmektir.

Aslında kahve konusunda bu kadar iç karartıcı bir durumla karşı karşıya değiliz. Sonraki bölümlerde açıkça görülecek nedenlerden dolayı, kahvenin ortaya çıkışı oldukça kısa bir sürede fark edildi ve yazılara konu oldu. Gerçekten de kahve yaygınlaşır yaygınlaşmaz insanların ilgisini çekerek mektuplara, risalelere, fetvalara ve kitaplara girdi; öyle ki bazı yerlerde kahvenin namı daha kendisi gelmeden yayıldı. Kısacası kahve bir anda sıcak bir gündem maddesi haline geldi. Durum bu noktaya vardıktan sonra, “Bu şey ne, zaman ortaya çıktı?” sorusu sorulmaya başladı. Anlaşıldığı kadarıyla, kahvenin henüz bilinmediği dönemi ya da en azından olağan dışı bir şey olarak kahveyle ilk karşılaştığı zamam hatırlayabilen birçok insan hala hayattaydı. Bu bakımdan kahvenin ortaya çıkışı konusunda on yıllar düzeyinde yuvarlak bir tarihten söz edilebilir. Oysa üzengi gibi hayati önemde eşyayla uğraşan bazı tarihçiler yüzyılların boşlukta sallandığı muğlak tartışmalara girmek zorunda kalırlar.


Kahvenin kökeni

Geç dönem Arap kronik yazarları kahvenin kökeni hakkındaki bilgilerinde bir boşluk olduğunun farkındaydılar. Bunlardan bazıları, ellerindeki malzemeyi zenginleştirecek dinsel rivayetlere yer verme dürtüsüne kapılmaktan kurtulamadılar. Tezkire yazarı Necmeddin’in (977- 1061 / 1570-1651 ) kardeşi Ebu’l-Tayyib el-Gazzi, Hz. Süleyman’ın kahveyi kullanan ilk kişi olarak gösterildiği bir rivayeti aktarır. (1)  Bu rivayete göre, Hz. Süleyman yolculukları sırasında bir kasabaya uğrar ve sakinlerinin bilinmeyen bir hastalığa yakalandığını görür. Cebrail’in buyruğu üzerine “Yemen’den gelen” kahve çekirdeklerini kavurur ve bundan bir içecek hazırlar. İçeceğin verildiği hastalar iyileşerek hastalıktan kurtulur. Anlatımın sonunda kahvenin daha sonra bütünüyle unutulduğu ve 16 . (Hicri 10.) yüzyıl başlarında yeniden ortaya çıktığı belirtilir. (2)


Bununla birlikte yazarların çoğu tarihlerini daha yakın bir dönemle sınırlamakla yetinmiştir. Kahvenin ya da en azından kahve bitkisi meyvesinin tüketimi (ikisi arasındaki ayrım ileride ele alınacaktır) geçmişte genellikle Etiyopya’ya kadar götürülür. Geleneksel kabule göre İslam dünyasında kahve içme alışkanlığına öncülük edenlerin kahveyi ilk gördükleri yer Etiyopya’dır. (3)


17 . yüzyılın Avrupalı yazarları genelde konuyu Etiyopya’da kahve içmenin nasıl başladığına ilişkin söylentilerle süslerler. Örneğin, bir hikayede işin başlangıcı kahve bitkilerinin bulunduğu bir alanda otlayan koyunlarının alışılmadık bir canlılık kazanmasının farkına varan bir çobana bağlanır. (4) Bu tür hikayelerin nereden alındığı pek açık değildir. Her ne olursa olsun, kahve üzerine yazmış olan Araplar ne Arap, ne de Batı kaynaklı böyle efsaneleri kabul etmezler. 16. yüzyılın en önemli kahve yazarı Abdülkadir el-Ceziri ( ünlenişi 1558 ) kahvenin Yemen’e girişini anlattıktan sonra okuyucuları şöyle uyarır:


“Sadece Yemen diyoruz, çünkü kahve İbn Saadeddin’in yaşadığı topraklarda, Habeşlerin ve Cebertlerin memleketinde ve Acem topraklarının başka yerlerinde ortaya çıktı, ama ilk kez ne zaman ve hangi nedenle içilmeye başladığını bilmiyoruz.” (5)


Sonuç olarak ilk dönem Arap yazarlar için bu tür şeylere kafa yormak fazla önemli değildir. Onların asıl üzerinde durduğu nokta, kahvenin Müslüman Arap topraklarına ne zaman ve nereden geldiğini ve aynı ölçüde önemli bir husus olarak kahve içmeyi kimin hangi nedenlerle başlattığını belirlemektir.

Merkezdeki İslam topraklarında kahve içmenin başlangıcına dair günümüze ulaşan hikaye ve efsanelerin hepsinde genel kabul gören iki nokta vardır. Birincisi, kahve tüketiminin geçmişi neredeyse istisnasız Yemen’e kadar götürülür. (6)  İkincisi, hikayelerin çoğunda bunun başlangıcı,  ibadet açısından kahvenin kısa sürede önem kazandığı sufi tarikatlarından bir kişiye ya eh “kişilere bağlanır. Hikayeler arasındaki farklılaşma bu noktadan sonra başlar. Her birinin açıklamalarını incelemek yalnız şimdilik üzerinde durduğumuz soruna değil, kahveyle bağlantılı eski tutum, simge ve kavramlara ışık tutacaktır.



Ceziri’nin aktardığı ilk açıklamanın kaynağı, kahve üzerine yazmış eski yazarlardan biri olan Şehabeddin ibn Abdülgaffar’dır. Kullandığı malzemenin büyük bölümü de onun yapıtına dayanır. Bu (16.) yüzyılın başında Yemen ‘de kahve denen bir içeceğin yayıldığına ve tarikat şeyhlerince meşhur zikirleri sırasında uyanık kalabilmek için kullanıldığına ilişkin haberler Mısır’da bulunan bizlere kadar ulaştı. Bir süre sonra da kahvenin ortaya çıkmasının ve yayılmasının, ez-Zebhani diye bilinen derin bilgili şeyh, imam, müftü ve sufi Cemaleddin Ebu Abdullah Muhammed ibn Said’in sayesinde olduğunu öğrendik. Duyduk ki bu kişi Aden’de fetvaların eleştirel bir bakışla gözden geçirilmesinden sorumluymuş (fetva müçtehidi); o sırada bu görevde bulunan kişiler fetvaların geçerli olduğuna ya da değiştirilmesi gerektiğine karar verir ve bu kararı kendi elleriyle belgenin altına not olarak düşerlerdi. Duyduğumuza göre, Zebhani’nin kahve alışkanlığına öncülük etmesinin hikayesi şöyleydi: Bir olay yüzünden Aden’i terk ederek Etiyopya’ya gitmek zorunda kalmış ve bir süre orada yaşamış. Bu arada özellikleri hakkında hiçbir şey bilmediği kahveyi içen insanlarla karşılaşmış. Aden’e döndükten sonra hasta düşünce aklına kahve gelmiş ve bunu içince iyileşmiş. Böylece kahvenin yorgunluk ve uyuşukluğu giderme, vücuda canlılık ve dinçlik kazandırma gibi özellikler taşıdığını belirlemiş. Ardından tarikata girince Aden’deki öbür tarikat mensupları ile birlikte, daha önce anlattığımız gibi kahveden yapılan içeceği kullanmaya başlamış. Daha sonra hem alimler, hem de sıradan insanlar olmak üzere herkes öğrenimde, başka meslek ve zanaatlarda yardımcı olacağı düşüncesiyle aynı yolu izleyerek kahve içmeye başlamış ve böylece kahve alışkanlığı gittikçe yayılmış.


(Bütün bunları duyduğumuzda) Allah yolundaki kardeşlerimizden birine, Zebid’in  (Yemen’de bir kasaba) ilim ve din adamlarından fakih Cemaleddin Ebu Abdullah Muhammed ibn Abdülgaffar Ba-Alevi’ye (7) bir mektup yazdım … ondan görüşlerine itibar edilen, bilgili ve mümin insanlardan kimlerin kahve içtiğini ve kahvenin ne zaman ortaya çıktığını bildirmesini rica ettim… Bana şu  cevabı verdi: “(Kahvenin ortaya çıkışı konusunda) ülkemizdeki bazı yaşlıların fikrini sordum. Bunların en yaşlısı olan doksanın üzerindeki amcam ve fakih Vecheddin Abdurrahman ibn İbrahim el-Alevi’nin bana anlattığına göre; Aden kentinde bulunduğu sırada kahve yapan ve içen yoksul bir sufiye rastlamış, bu sufi Aden limanının en yüksek kadısı ve derin fıkıh bilgisiyle tanınan Muhammed Ba-Fadl el-Hedremi (8) ile … Muhammed ez-Zebhani’ye de kahve yapıyormuş; her ikisi de dostlarıyla birlikte kahve içiyorlarmış. Dostları için ikisinin kahve içmesi yeterli emsal sayılıyormuş.

Öne sürüldüğü gibi, Zebhani’nin Aden’e kahveyi ilk getiren kişi olması mümkündür; belki de bunu yapan başkasıydı, ama kahvenin ortaya çıkmasında ve yayılmasında oynadığı rolden dolayı bu iş Zebhani’ye yakıştırılmıştı. Zebhani 875 (1470-71) yılında öldü. (9)

Bu açıklama kahve alışkanlığının ortaya çıkması hakkında çok değerli ipuçları veriyor. Bunların en önemlisi de alışkanlığın ilk yayıldığı çevreye ilişkin olanıdır. Ama bütününde epeyce muğlaktır ve bir efsaneden pek az fazlasını içerdiği anlaşılır. İbn Abdülgaffar bile bütün gelişmeleri aktarırken son birkaç cümlede kuşkuluyla bir ihtiyat payı bırakmaktadır. Aslında söz konusu ipucu, tam da bu muğlaklığı nedeniyle sunduğu cevaplar kadar soruları da gündeme getirmektedir.


Zebhani’ye ilişkin olarak elimizde başka kaynaklardan alınına bazı bilgilerde vardır, ama bunlar hayal kırıklığı yaratacak kadar sınırlıdır. (10) 15. yüzyıl sonlarında önemli bir biyografik sözlük hazırlamış olan Sehavi, Zebhani’nin gençliğinde çalışkan bir öğrenci olduğunu ve kısa bir süre ders verdiğini, daha sonra tarikata girip kendini bütünüyle sufi yapıtlara verdiğini belirtir. Zebhani dünyadan elini eteğini çekmiş olan, yalnız Cuma namazına katılmak ya da önemli kişileri görmek için dışarı çıkan bir kişiydi. Bir bölümü sufilik üzerine olmak üzere çok sayıda kitap yazmıştı. Sehavi’nin aktardığı bilgiler, İbn Abdülgaffar’ın verdiği ölüm tarihini doğrular. (11) Sehavi buna karşılık Zebhani’nin olağandışı bir makam olan fetva müctehidliği görevinden, Etiyopya’ya gidişinden ve kahveyle bağlantısından ise hiç söz etmez; ama Sehavi’nin 1497’de ölmeden önce bile kahveyi duymamış olması mümkündür. Yine de münzevilik eğilimleri böylesine iyi bilinen bir adamın Kızıldeniz’i aşarak yabancı bir ülkeye gitmek üzere bir yolculuğa çıkacak kadar bir olayı ciddiye almasına şaşmamak elde değil; bu durumda ancak böyle bir mizaç özelliğinin yaşamının son yıllarında ortaya çıktığını varsayabiliriz.

Her ne olursa olsun, Etiyopya’ya gerçekten gitmiş olsa bile , Zebhani’nin orada gördükleri, ziyareti sırasında ve Yemen’e dönüşünden sonra yaptıkları, İbn Abdülgaffar’ın anlatımı içinde tartışmaya açıktır. Her şeyden önce, Etiyopya’da kahveyi “kullanan” insanlar gördüğü (fe-vecede ehlehu yeste’ milune’l-kahve) belirtilmektedir. Burada Etiyopyalıların daha sonra alışkanlığı edinenlerin yaptığı gibi kahveyi içecek olarak mı ” kullandığı”, yoksa Arabistan Yarımadası’nda daha sonraki dönemlerde de zaman zaman görüldüğü gibi kahve tanelerini mi yediği açık değildir.

 Nitekim bir buçuk yüzyıl sonra Katip Çelebi de ikinci kullanım biçimini doğrulamaktadır: ” Kimi şeyhler Yemen dağlarını mesken edinip dervişleriyle bir tür ağaç yemişi bulup kalb ve bun dedikleri taneleri döğüp yerlerdi . ” (12) Öte yandan yeste’milune (onlar kullanıyorlardı) ibaresi düşündürücüdür; çünkü bir şeyi ağızdan sıvı halde ve hatta tütünde olduğu gibi duman halinde almayla ilişkili olarak en yaygın kullanılan Arapça kök ş-r-b’dir. Biz Batılılar kahve “alırız” , ama Araplar hemen hemen daima kahve “içerler”. (13) Buna karşılık kahve sözcüğü tam tersi bir izlenim vermektedir. Kahve bitkisinin meyvesinden söz edilirken, çoğu kez bun teriminin kullanıldığını görürüz; bu terim genellikle meyvenin tümünü ama sık sık da kişr denen kabuklarından ayırmak üzere tanenin çekirdeğini ifade eder. Oysa kahve sözcüğü genellikle özel bir biçimde hazırlanan ve insanı uyanık tutan, ama her zaman aynı malzemeden olması gerekmeyen damıtılmış bir içecek çeşidini belirtmeye yarar. Her ne olursa olsun, burada sözlük anlamından çok kesin bir belirleme beklemek muhtemelen yanlış olacaktır; özellikle de Zebhani’nin Yemen’de hasta düştüğünde kahve “içtiği “ni göz önüne aldığımızda. Sonuç olarak, kahvehanelerin ortaya çıkması ve yaygınlaşması yönünde gerekli ilk adımı oluşturan kahveyi içecek olarak tüketme alışkanlığının, anlatılan gelişimin en baştaki evresinde de var olup olmadığı açık değildir.

Abdülgaffar’ın anlatımı, kahve bitkisinin doğal tarihi diyebileceğimiz konuyla ilgili olarak da bazı soruları gündeme getiriyor. Coffea arabica olarak bildiğimiz bitkinin aslında Arabistan Yarımadası’na özgü olmadığı ya da en azından burada yalnızca bir alt çeşidinin bulunduğu genel kabul gören bir varsayımdır. (14) Buna karşılık anlatıma göre, Etiyopya’da kahve kullanan insanları görmekle birlikte, Zebhani bitkinin ne olduğunu bilmiyordu ve ancak Aden’e dönüşünden sonra hasta düşünce ilaç olarak kahveyi denemişti. O halde elimizde iki seçenek var: Ya Zebhani Etiyopva’dan gelirken beraberinde bir miktar kahve çekirdeği getirmiş, ama daha önce meyveyi kendisi hiç tecrübe etmemişti ya da kahve Arabistan’ın her yanında yetişen yerli bir bitkiydi, ama daha önce insanın tüketimine dönük olarak hiç kullanılmamıştı.


Zebhani’nin kahvenin sağaltıcı etkisinden yararlanmasından benzer anlatımlarda söz edilir. 18 . yüzyıl yazarlarından Mouradgea D ‘Ohsson kahvenin ilk kullanımını Mohalı bir sufiye dayandırmaktadır. Muhtemelen eş-Şazili adını taşıyan ve ileride kısaca değineceğimiz bu kişi, çölde bir süre kahve dışında bir şey yiyip içmeden hayatta kalmayı başarır. Kahvenin bir tür uyuz hastalığını iyileştirdiğinin ortaya çıkması üzerine, Şazili’nin bazı müritleri Moha’ya dönerek kahvenin bu yararını bildirirler ve böylece kısa sürede kahve yaygınlaşır. (15)


Ceziri kahve alışkanlığının ortaya çıkışına ilişkin bir başka açıklamayı da aktarır. Bu açıklamanın kaynağı olan Fahreddin Ebubekr ibn Ebi Yezid el-Mekki adlı kişi, Şaziliye tarikatına mensup başka bir şeyhten söz etmektedir. (16)


Fahreddin el-Mekki dedi ki: “(Kahveyi) ilk yayanın Zebhani olduğu söylenegelmiştir, ama birçok kişinin bana aktardığına göre (kahve) içmeyi başlatan ve Yemen’de yaygınlaşıp adet haline gelmesini sağlayan kişi, Şaziliye tarikatına mensup şeyhlerimizin seyyidi (17) Şeyh … Nasreddin ibn Meylek’in öğrencilerinden biri olan seyyid Şeyh … Ali ibn Ömer eş-Şazili’dir. … (Söylenenlere bakılırsa) başlangıçta (kahve) kefte’den, yani kat diye bilinen yapraklardan yapılıyordu; kahve çekirdeklerinden ya da (bu meyvenin) kabuklarından yapılmıyordu. (Bu iksiri içme alışkanlığı) bir bölgeden ötekine geçerek yayılmaya devam etti ve sonunda Aden vilayeti limanına kadar ulaştı. Şeyh Zebhani’nin yaşadığı dönemde Aden’de kefte yoktu; bunun üzerine müritlerine ve kendisini mürşit kabul edenlere kahve çekirdeklerinin (bun) (aynı şekilde) uyanıklığı artırdığını, dolayısıyla bu çekirdeklerden yapılan kahveyi denemelerini söyledi. Onlar da bunu denediler ve aynı işlevi pek az masraf ve zahmetle, kat (18) (kahvesi) kadar yerine getirdiğini gördüler. (Yeniden sözü alan Ceziri şöyle devam ediyor:) (Bun’dan yapılan kahve) ilk ortaya çıktığı yerden başka yerlere de yayıldı; boşuna sayfa doldurmamak için burada bu yerlere değinmiyorum. İki ifade arasında bir çelişki yoktur … çünkü ilki kahve tohumu tanesinden yapılma kahveden söz ederken, ikincisi ise kat’tan yapılma kahveyi belirtmektedir. (19)


Yukarıdaki alıntı kahve sözcüğünün değişik kullanım biçimlerini epey kafa karıştıracak biçimde ortaya koyduğu için, belki de sözcüğün kökenini ve anlamını tartışmak için en uygun yer burasıdır. Kahve bizzat kahvenin öğrenilmesinden önce yaygın olarak kullanılan bir sözcüktü ve şarabın aşağılayıcı sıfatlarından biri olarak uzun bir geçmişi vardı. Sözcüğün türetildiği Arapça k-h-v /y kökü, bir şeyi tiksindirici hale getirme ya da bir şey için duyulan arzuyu azaltma fikrini ifade etmektedir. Ortaçağ Arapça sözlük yazarlarından birine göre, kahve “şaraptır ve böyle anılmasının nedeni içen kişiyi yediği gıdadan soğutması, yani iştahını kesmesidir. ” (20)

Bu terimin kahve için de geçerli sayılması basit bir adımdı; tıpkı şarabın insanın yeme isteğini kesmesi gibi, kahve de insanın uyuma isteğini keser.(21)  Başlangıçta şarabı ifade eden bir terimin bazılarına göre şarabın sağlığa yararlı bir ikamesi, bazılarına göre ise belirli yönleriyle şarap gibi muzır ve haram olan kahve için kullanılması elbette aralarında bağ kurmaya yönelik bilinçli bir çabayı düşündürmektedir; ama bildiğimiz kadarıyla günümüzün hiçbir yazarı bu noktaya açıkça işaret etmeyi uygun görmemiştir. (22)



Bu hikayelerdeki bütün tutarsızlıklar göz önüne alındığında ve ne kanıtlar, ne de mantık yoluyla çözülebilecek çelişkiler içeren yönleri bir yana bırakıldığında, geriye kahvenin İslam dünyasına girişiyle ilgili bir dizi genel belirleme kalır:

 1. Yemen’ deki belirli sufi tarikatlarının müritleri arasında 15. yüzyılın birinci, ikinci ya da daha zayıf ihtimalle üçüncü çeyreğinde uyarıcı bir bitkisel maddeden yapılma bir içeceğin yaygınlaştığı anlaşılmaktadır. Bu içeceğin kullanımı muhtemelen Şaziliye tarikatına mensup bir sufi şeyhiyle başlamış olabilir.

2. 15. yüzyılın üçüncü çeyreğindeki bir tarihe gelindiğinde, söz konusu içecek kahve çekirdeğinin bir bölümünden ya da bölümlerinden yapılmaktaydı. Çoğunlukla bu yenilik 1470-71 dolaylarında ölen din bilgini ve sufi Muhammed ez-Zebhani’ye dayandırılmaktadır. Yeni tür kahveyi içme alışkanlığına bizzat Zebhani öncülük etmiş olmasa bile, bunun en azından yetişkinlik dönemine rastladığı kesindir.

3. Kahve önce Yemen’de yaygınlaşmaya başladı.

4. Her ne kadar tartışmaya açık başka noktalar varsa da, kahve alışkanlığının başlaması hemen her zaman tarikatlara bağlanmaktadır.


Kaynaklarda aktarıldığına göre, Şazili kat çalısının yapraklarından hazırlanan, son derece etkili bir uyarıcı olan, insanı zinde tutmaya yarayan ve kahve olarak bilinen bir içecek geliştirmişti. Bütün tarikatlarda mensupların büyük bölümü bütün zamanını ibadetle geçiren kişiler değildi; bunlar gündüz saatlerinde dünyevi zanaat ve meslekleriyle uğraşırlardı. Zikir ayinlerinin çoğunlukla geceleri yapılması nedeniyle, onları manevi heyecana sürükleyecek ve uykularını giderecek her şeyde ibadete yardımcı bir yan görülmekteydi. Ceziri’nin kendisi de kahvenin bu yararlı özelliğine büyük bir önem vermektedir. Resmi görevli bir din bilgini olmasına karşın, sufi çevreleriyle güçlü bağları vardı ve döneminin birçok tasavvuf mürşidine yakındı . (23)  Sürekli vurguladığı nokta, kahvenin başka yararlarının da olduğu, ama başlıca yararının dinsel amaçlar için insanı uyanık tutması olduğuydu (uçarı amaçlar için kahveden medet ummak içeceği amacına uygun olarak kullanmaya aykırıydı). (24)


İlk dönemde kahveyi savunanlara göre, kahve içmenin nedeni susuzluğu gidermesi ya da tadının keyif vermesi değil, insan vücudu üzerindeki etkisiydi. Başlangıçtaki kahve düşmanlarının ortaya attığı savlar arasında zehirleyici etkisinden söz edilmesinde şaşırtıcı bir yan yoktur, çünkü kahveyi çekici kılan başlıca neden zihnin işleyişini değiştiren özellikleriydi. Kahvenin ilk önce merkezi İslam dünyasında 15. yüzyıl ortalarında Yemen’deki sufilerce kullanıldığı yargısı yalnızca ex nihilo (boş) bir sav olarak görülebilir, yani daha önceki kaynaklarda kahveden söz edilmediği için kahvenin bilinmediği savlanabilir. Eğer bu doğru olsaydı, böyle bir bulgunun kanıtsal dayanakları haliyle zayıf olurdu, ama çoğu zaman maddi kültürün tarihini yazarken ancak bu türden bilgilere ulaşılır. Ceziri’nin kendisi de aynı konudaki yazısında bu tuzak karşısında dikkatli olma gereğine işaret etmektedir. Bir şeyin oldukça uzun bir süre önce ortaya çıkmış olabileceği, ama herhangi bir biçimde bir yazarın ilgisini çektikten sonra, bu yazarca yakın dönemin bir yeniliği varsayılabileceği ve söz konusu zaman diliminde nasıl benimsendiği üzerinde durulmuş olabileceği konusunda okuyucuyu uyarmaktadır. (25) Bununla birlikte sırf kahvenin daha önce hiç sözü geçmemesinden yola çıkarak kabul edilmiş ex nihilo veriler, 15 . yüzyıl ortalarından önce olgunluk çağına varmış ve kahvenin içilişini ilk kez gördükleri dönemle ilgili canlı anıları olan kişilerin ilk elden tanıklığı bir arada ele alındığında, en azından bütün kanıtların başlangıç tarihi olarak l400’lerin ortasını gösterdiğini söyleyebiliriz.

Kahvenin Hicaz ve Mısır’a yayılması

Tarikat mensuplarının hepsi dünyadan elini eteğini çekmiş insanlar değildi . Dükkan ya da iş yerlerine gidip gelen, çarşıda alışveriş yapan, hamamlarda yıkanan ve geceleri ailelerinin yanında kalan insanlardı bunlar. Tarikat mensuplarının günlük dünyevi işlere katılması, çok muhtemeldir ki, kahvenin yayılmasını sağlayan en önemli etkenlerden biriydi. Eğer sufilik dışa kapalılığı önde tutan bir akım olsaydı, yani Hristiyan manastır yaşamını çoğu zaman belirleyen yüksek duvarların gerisine ve binaların içine kapanmış olsaydı, kahve içme tarikatlara mensup az sayıda kişide sınırlı ve gizli bir adet olarak kalabilirdi . Ama gelişme bu yolu izlemedi. Kahve zikre yardımcı olduğuna göre, iş yerindeki yorucu etkinliklere de yararı dokunabilirdi; tarikatın buluşma yerinde hazırlandığına göre, evde bir kimsenin karısı ya da hizmetçileri tarafından da yapılabilirdi . Elimizde kahvenin Yemen ‘de sufi ayinleri dışında genel bir kullanım düzeyine ulaşması konusunda doğrudan veriler yoksa da, bu çerçeveye dayalı bir varsayım belki de en verimli yaklaşım olacaktır.


Kahvenin Arabistan Yarımadası’nın başka bölgelerine taşınmasına bir ihtimal tüccarlar ve tarikat mensubu olup Yemen dışına çıkan öteki kişiler aracılık etti. Kahvenin yaygınlaşmasıyla birlikte daha somut tarihlere rastlamaktayız. Fahreddin ibn Ebi Yezid el-Mekki 16. yüzyıl başlarında şunları yazmıştı: ” Bize gelince, kişr Mekke’de Rey’deki bizlere ve öteki yerlere yirmi yıl ya da daha uzun bir süre önce ulaştı, ama kişr’den yapılan kahve hicri 9. (l5.) yüzyıl sonunda yaygınlaştı. ” (26)

Kahvenin Mekke’ye girişinin 15. yüzyılın son on yılı içindeki ya da bu dolaydaki bir tarihe rastladığının belirlenmesidir. Kahvenin Mekke’ye nasıl ve niçin ulaştığını bilmiyoruz, ama bir sonraki bölümde etraflıca ele alınacak bir alıntıdan Mekke’de kahve içmenin 917/ 1511 yılına gelindiğinde iyice benimsenmiş olduğunu biliyoruz. İbn Abdülgaffar kahvenin Kahire’ye ne zaman, nasıl ve kimlerin öncülüğüyle girdiği konusunda daha açık bir tablo sunar. (27) Buna göre 9. (16.) yüzyılın ilk on yılı içinde ki bir tarihte (fi el-uşr el-evvel min hadhe el-karn) el-Ezber ilahiyat külliyesinin Yemen kısmında ( rivak el-Yemen) kahve içilmeye başladı. Kahve içme adetine öncülük edenler “daha önce belirtilen yönteme göre (Allah adına) yapılan zikir ve dua meclislerine katılan dilenciler” di. Bu sözlerle kastedilen kişiler Yemen’den gelmiş sufilerdi.

İbn Abdülgaffar kahve içmenin belirli bir törene dayandığını açıklıkla belirtmektedir: Bizzat şeyh toplantıya katılanlara zikir sırasında kahve dağıtmaktaydı. Yemenliler arasında başka kişiler de yer almaktaydı ve bunlar büyük ihtimalle Mekke ve Medine’den gelmiş sufilerdi. Zikir meclisleri tarikat mensuplarıyla sınırlı değildi; o sırada o mekanda bulunanlar da onlarla birlikte kahve içiyordu. Çok geçmeden caminin hemen çevresindeki sokaklarda kahve satılmaya ve zamanla yalnız el-Ezher ilahiyat külliyesinin bulunduğu havalide değil, Kahire’nin geri kalan kesiminin büyük bir bölümünde açıkça kahve içilmeye başladı. Bu bakımdan 16. yüzyılın ilk on yılına gelindiğinde, Yemen’den çıkan kahve Hicaz ve Kahire’ye yayılmıştı. Bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi, kahvenin muhtemelen hac kervanları aracılığıyla Suriye’ye geçmesi bir on yılı daha buldu ve kahve oradan da 1550’lerin ortalarında İstanbul’a ulaştı.

Bu arada kahvenin İslam dünyasındaki akıbetini derinden etkileyecek başka gelişmeler de yaşanmaktaydı. Kahve bir kez sufi zikir ayinlerinin çerçevesi dışına çıkarak genel tüketime dönük bir nitelik kazanınca, bütünüyle farklı bir taraftar kitlesince benimsendi ve onlarla birlikte kahve içmenin insanlarda uyandırdığı çağrışım ve tasvirler değişti . Her ne kadar kahvenin sufileri gece ibadetleri sırasında ayakta tutan bir içecek olma yönü sürdüyse de, manevi eğilimleri daha zayıf sayılabilecek öteki çevreler, kahvede sohbet ve dostluğa dönük keyifli bir uyarıcı özellik buldu. Bu gelişmenin sonucunda kahvehane doğdu; böylece bu kurum ve ilişkisinden dolayı bizzat kahve üzerine kopacak olan tartışma da kendini duyurmaya başladı.

Kahve, kahvehaneler ve muhalifleri

Kahve içmenin ilk yandaşlarınca ortaya konan tavra yüzeyden bakarsak, bu sağlıklı, yararlı ve elbette dindarca tavrın yayılmaya ve rağbet bulmaya devam etmesinden daha doğal bir şey olamaz. Bu bağlamda, görüşlerini 16. yüzyıl başlarında ortaya koymaya başlayan ve kahve yandaşlarınca softalar ya da kendi çıkarlarını düşünen riyakârlar olarak geçiştirilen kişilerin kahveye karşı çıkışından da daha şaşırtıcı bir şey olamaz. Ceziri şunları anlatıyor:


(Kahvenin Mısır’da yayılmasından ve el-Ezber çevresinde ayaküstü içilmeye başlamasından sonra) durum şöyle bir gelişim seyri izledi : Kahve büyük ölçüde cami havalisinde içiliyordu ve birçok yerde açıkta satılıyordu. Kahvenin içilmesinin üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen, kahve içenlere müdahale etmek hiç kimsenin aklına gelmedi ve hiç kimse başlı başına kahve içmede ya da kahve fincanını elden ele dolaştırma gibi (kahve içmeyle ilgili, ama) yüzeysel hususlarda bir yanlışlık görmedi. Kahvenin Mekke’de yaygınlaşması ve bizzat Harem-i Şerif’te içilmesi karşısında bile aynı tavır devam etti; neredeyse kahve içilmeyen bir zikir ya da mevlid kalmamıştı. (28)

Elimizde ayrıntılı doküman olan ilk yasaklama girişimi 917 / 1511’de Mekke’de gündeme geldi. Ne var ki bu olaya değin kahve konusunda hiçbir tartışma olmadığını Ceziri kadar kesin söyleyemeyiz. Bizzat Mekke’deki durumla ilgili anlatımın çerçevesinden yola çıkarak, bir süreden beri birçok insanın kafasında kahvenin hukuki konumuna ilişkin sorunların var olduğu sonucuna varabiliriz. (29) Mekke’de alınan önlem gibi bir adımdan önce kahveye karşı gittikçe, artan bir duyarlılığın gelişmemiş olması pek akla yakın görünmüyor.


1511 olayı ve Mekke’de bunu izleyen olaylar


1511 olayını çevreleyen gelişmeleri ve bunların önceliğini yakından incelemeye başlamadan önce, konuya ilişkin kaynaklara bir göz atmamız gerekir. Ceziri dışında olay hakkında geniş bilgi veren başka kahve yazarı yok gibidir; günümüze ulaşabilen dönemin Mekke vakayinamelerinde bile olaya ilişkin bir değinmeye rastlanmamaktadır. (30) Aslında bu ilk bakışta göründüğü kadar garip değildir, çünkü bu tür vakayinameler genelde küçük Memlûk memurlarından çok kentin seçkin ailelerinin yaptığı işlere ilişkindir. Bununla birlikte Ceziri olayın gerisindeki gelişmelerden uzun uzadıya söz etmektedir. Ceziri’nin yararlandığı kaynaklar iki kategoriye ayrılabilir. Risalesinin birinci bölümünde olaya değindiği yerlerde ve bütünüyle konuya ayırdığı ikinci bölümün büyük bir kısmında bildik kaynaklarını kullanmakta ve olup bitenler hakkında kendi yorum ve görüşlerine de yer vermektedir. Ama ikinci bölümün birinci kesiminde resmi açıklamayı aynen ( kendi deyişiyle ” kelimesi kelimesine”) aktarmaktadır; bunlar arasında Mekke’nin tanınmış fakihlerinden oluşan meclisin kahve içme konusunda hükme varan bir tutanağı da (mehder) bulunmaktadır. Ceziri’nin bu belgeyi nasıl ele geçirdiği tam açık değildir. Arabistan Yarımadası’nda doğmuş olmasına karşın, Ceziri yaşamının büyük bölümünü Kahire ‘de) geçirmişti; ayrıca Umdetü’s-safve”yi  963 / 1556’dan sonraki bir tarihte yazmış olması nedeniyle, muhtemelen 1511’de söz konusu toplantıya katılamayacak kadar gençti. Bu durumda Ceziri, söz konusu tutanağı, ya İbn Abdülgaffar’ın yaklaşık 937 / l530 (31) tarihli çalışmasından almış olmalıdır, ya da sık sık yaptığı Mekke yolculuklarının birinde, dönemin önde gelen fakihlerinden Sa’deddin Ali ibn Muhammed el-Arak’ı (32) ziyaret etmiş ve tutanağın bir nüshasını onda görıııiiştü . Her nasıl olursa olsun , Ceziri ‘ııin asıl belgeyi ya da en azmdan aslına uygun bir nüshasını gördüğü sonucu çıkartılabilir.

” Resmi” anlatım işe Mekke’de kahveye karşı çıkanların başını çeken kentin Memlûk paşası ve muhtesibi (33) Hayır Beğ el-Mimar’ın ne kadar dindar olduğunu belirlemeye yönelik ayrıntılı açıklamalarla başlamaktadır. Bu anlatıma göre 20 Haziran l5l l (23 Rebiyülevvel l917) Cuma arifesinde,


(Paşa) adeti olduğu üzere Harem- i Şerif’te maiyetiyle birlikte yatsı namazını kıldı. Sonra kendisine yaraşan bir davranışla Kabe’yi tavaf etti; tavafın başında ve sonunda da Hacerü’1- Esved’i öptü. Daha sonra tavafın bir gereği olarak iki rekat namaz kıldı ve dua ederek niyazlarda bulundu. Ardından gidip zemzem suyu içti ve yeniden dua etti. (34)


Kahire’deki ilk muhalefet

Kahve Kahire’de 16. yüzyılda Yemenlilerin ve Hicazlıların kendi alışkanlıklarını taşıdıkları el-Ezher aracılığıyla yaygınlaşmıştı. Kahire’de kahveye karşı muhalefetin ilk ortaya çıktığı yer de el-Ezher oldu. Alışkanlığı edinmiş birçok kişiyi müşkül duruma düşürmekle kalmayıp, fiili olarak halk arasında önemli çapta huzursuzluğa ve sokak kavgalarına da yol açan bir muhalefetti bu. Olaylarda başı çeken kişi, Şafii din bilgini ve el-Ezher vaizi Ahmed ibn Abdülhak el-Sunbati’ydi (ö.954/1547). Kahvenin ilk muhalifleri arasında yer alan babası ( ö.931/ 1524-25 ) kahve aleyhine bir fetva vermişti. (35)

Kaynaklarda anlatıldığına göre, Ahmed ibn Abdülhak el-Sunbati’ye 939/1532-33’te şöyle bir soru yöneltildi: ” İnsanların bir araya gelerek içtiği ve birçok kötülüğe kaynaklık etmesine karşın helal saydığı kahve denen içecek… hakkındaki rnütalaanız nedir: Helal midir, yoksa haram mıdır?” (36) Kahvenin haram olduğu cevabını veren Sunbati, kahve içip daha sonra tövbe etmiş kişilerin aktardığı bilgilere ve kahvehanelerdeki toplantılar hakkında anlatılanlara dayanarak kendi görüşlerini yazdı. Kahve hakkındaki görüşleri epey yankı buldu ve konu üzerine kaleme aldığı çeşitli risalelerle Şam’da şöhret kazanan Yunus el-Aydavi el-Şafii (ö.978/1570) gibi, Kahire’deki kahveye muhalif grubun öncüsü sayılmasına yol açtı. Ulemanın birçoğu soruna ilişkin olarak onun açtığı yolu izledi. (37)

941 / l534-35’te Sunbati konu hakkında hiddetli vaazlar verdi. Ardından, vaazların etkisiyle heyecana kapılan ve Ceziri’ye göre resmi çevrelerin onayı olmaksızın kendi başına harekete geçen külhanbeylerinin oluşturduğu bir güruh, birkaç kahvehaneyi basarak eşyaları parçaladı ve içeride oturanlardan birçoğunu dövdü. Kahve yandaşları da sokaklara döküldü ve bireysel şiddet olaylarının büyük bir tehlike boyutuna varması iizerine, sorun o sırada Kahire’de görevli olan Hanefi kadısı Muhyeddin Muhammed ibn İlyas’a götürüldü.(38) Kahire uleıııasından bir kesimin görüşüne başvuran kadı, sonunda kahvenin caiz olduğunu düşünenlerin yanında tavır aldı. Anlaşıldığına göre yürüttüğü soruşturma sırasında tecrübeye dayalı bir yaklaşımı da “beniııısedi. Bir ıııeclis toplayarak hazırda bulunan kişilere kahve sundu ve onları gözleyerek herhangi bir sarhoşluk ya da başka zihinsel etki belirtisinin ortaya çıkıp çıkmadığını belirlemeye çalıştı. Hiçbir belirti görmeyince kahve lehinde bir hükıııe vardı. Dönemin din bilginleri arasıda epey itibar görmesine karşın, Sunbati hakkında acımasız hicivler yazıldı; edebi çevrelerde hoş karşılanmayan bir kararı daha yiiksek bir otorite tarafindan bozul an kişilerin karşılaştığı alışılagelmiş bir akıbetti bu. (39)



Başlangıçtaki muhalefetin niteliği


Kahveyi yasaklamaya yönelik bu ilk girişimler konusunda bazı genel belirlemeler yapılabilir. Bunlardan en belirgin ve en az tartışmalı olan, söz konusu girişimlerden hiçbirinin başarıya ulaşamamış olmasıdır. Gerçi kahve ya da kahvehaneler aleyhindeki bütün emirler, 1511’deki Mekke olayında olduğu gibi, resmi fermanla bozulmamıştı, yine de bu tür girişimler sürekli başarısız oluyordu. İlgili devletler artık derinden kök salmış kahve içme alışkanlığını ve görünüşte bu amaca dönük toplantıları yasaklayan emirleri zorla halka dayatamıyorlardı. Aynı kentlerde tekrar tekrar sindirme çabalarına girişilmesi (geçici süreler hariç hiçbiri başarıya ulaşamamıştı) anlamlıdır. Mısır ve Suriye tarihinde resmi makamların yasak mal denetiminde böylesine aciz kalışma ilişkin daha eski örnekler de vardır. Şarap gibi haram olduğu apaçık bir ürünün tüketiminin önüne geçmek için bile birkaç yılda bir yeniden girişimlerde bulunmak gerekiyordu ve haliyle bunlar gerçek hayatta çok az etkili olabiliyordu. 
Dönemin vakayinameleri okunduğuında, Memlük sultanının bir kez daha meyhaneleri kapatmaya çalıştığının anlatılmadığı yirmi sayfalık bir bölüme rastlamak neredeyse olanaksız gibidir. (40) En kötü durumda bile hukuki statüsü belirsiz bir içecek olan kahvenin hedef haline gelmesi ihtimali ise pek azdı. Şarabın caiz olduğunu savunabilecek bir fakih bulmak bir hayli zordu, Çünkü böyle bir şey dinden dönmeyle aynı anlama gelirdi. Buna karşılık. kahve konusunda dini cemaat açıkça ikiye bölünmüştü. Hem halk desteğinin, hem de din adamlarınca oybirliğiyle, verilmiş bir onayın olmaması nedeniyle, başarı umudu çok azdı .


Şarapsız meyhaneler: Kahvehanenin ortaya çıkışı

Kahve 16. yüzyılda Yakmdoğu’daki kentsel yaşamın birçok alanında etkili olmaya başladı. Ekonomik alanda, kahve üretimi ve ticareti kısa bir süre önce ticari açıdan can çekişme noktasına gelmiş birçok yöreye hayat verdi. Haliyle bu işte hayati çıkarları olan Yemenliler sahip oldukları tekeli korumak için bazı adımlar attılar, ama uzun vadede bunların beyhude olduğu anlaşıldı. Dağlarda yetiştirilen ve Yemen limanlarında gemilere yüklenen kahvenin önemli bir bölümünün nihai durağı Kahire’nin büyük ambarlarıydı. Kahire’deki baharat ve kahve tüccarları da bu işten bir hayli kâr elde edivordu . Kahireli tüccarlar Avrupalıların Hint baharat ticareti için kestirme bir yol bulmasından kaynaklanan kaybı l7. ve l8. yüzyıllarda kahve işiyle uğraşarak önemli ölçüde kapattılar. (41) Çoğu bilgileri güvenilmez olan Bradley’nin zaman zaman Kahire çarşılarında kahvenin para yerine kullanıldığı iddiasını kuşkuyla karşılamak gerekirse de, kahvenin ticari vurguna uygun önemli bir mal olduğu besbellidir. (42) Örneğin, Cidde ve Süveyş’ten gelen Kızıldeniz’deki kahve konvoylarının değişken talihine ilişkin haberlere bağlı olarak kahveye dönük “vadeli satış işlemleri”nin düşüş ve yükselişler gösterdiğini biliyoruz. Kahvenin bu ekonomik önemi sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan bir düşüncenin ürünü değildi . Kaynaklara göre, Hakem ve Şems adlı iki Suriyeli 16. yüzyıl ortalarında kahve alışkanlığının İstanbul Türkleri arasında yayılmasmı sağlayarak bir servet edinmişlerdi.

Ama 15. ve 16. yüzyıllarda kahve içmenin gittikçe yaygınlık kazanmasının en çarpıcı ve en önemli sonucu, kent, kasaba ve köylerdeki toplumsal yaşamı etkilemesiydi, çünkü bu malın içecek olarak hazırlanması ve satılması çerçevesinde o zamana değin bilinmeyen bir kurum, yani kahvehaneler doğdu. 16. yüzyıl başlarına gelindiğinde kahve yalnız Yemen’deki tarikatlarla sınırlı bir alışkanlık olmaktan çıkmıştı. En azından Hicaz ve Mısır’da toplumun çeşitli kesimlerinin bildiği ve rağbet gösterdiği bir içecekti. Ama çok daha önemli olan nokta, kahve içmenin genel bir eğlence haline gelmiş olmasıydı. Bu amaçla oluşturulan umumi mekanlarda, kahve alışkanlığı evlere oranla çok daha derin kökler saldı. Kaynaklarda kahvenin sunulduğu bu mekanlardan kahvenin ortaya çıkışından hemen sonra ve kahveyle olabilecek en yakın bağlantı içinde söz edilmektedir. Öyle ki, kahvenin söz konusu mekanlarda sunulması, kahve tanımının temel unsurlarından biriymiş gibi görünmektedir. farklı bir bağlamda İbn Abdülgaffar kahvenin Medine’de Mekke’ye oranla daha az yaygın olduğunu, ama birincisinde evlerde epeyce çok içildiğini belirtmektedir; anlaşılan İbn Abdülgaffar bu durumu tuhaf ve kayda değer bulmuştu . (43)  l7. yüzyılda yazan Dufour da Türklerin nadiren evde kahve içtiklerini, kahve dükkanlarına uğramayı yeğlediklerini söylemektedir.(44) Bu belirleme kahvenin evde pek içilmediği anlamına gelmez; tersine kahvenin bugün de olduğu gibi evlerde yaygın biçimde içildiğini ve ev yaşamındaki birçok toplumsal törende önemli yer tuttuğunu biliyoruz. Yine de kaynatarak hazırlanan içeceğin bun’dan yapılma kahvenin temel biçimi haline geldiği zamandan başlayarak kahve dükkanlarının kahve içmek için tercih edilen yer niteliği kazandığı söylenebilir.


Kahvehanenin kökeni

Kahvehanelerin nasıl ortaya çıkıp yaygınlaştığını ve kahvehane müşterilerinin sayıca artmasını ele aldığımızda, karşımıza kaynaklara ilişkin bir sorun çıkar. Hicaz’da kahvehanelerin işletilmeye başlamasının tarihini belirleme ve bunların neye benzedikleri hakkında bir fikir verme açısından Ceziri’nin anlatımı yararlı sayılabilir, ama kahvehanenin nerede ve hangi biçimde ortaya çıktığını saptamakta bize pek yardımcı olduğu söylenemez. Bu soruya olsa olsa kahvenin ortaya çıkması ve yayılması konusunda anlattıklarımızdan daha muğlak bir yanıt verilebilir.



Eldeki bütün belirtilere göre, kahve gibi kahvehanenin de Arap kökenli bir kurum sayılması gerekir. Türklerin 16. yüzyılın sonundan başlayarak hem içeceği, hem de kurumu Arap dindaşları kadar ve belki de daha fazla benimsediklerini biliyoruz. Bununla birlikte Osmanlı vakanüvisi İbrahim Peçevi’ye (1574-1650) bakılırsa, kahve, kahvehane ve bunlara eşlik eden her şey 1555 dolaylarında Hakem ve Şems adlı iki Suriyeli aracılığıyla toplu olarak İstanbul’a girmişti. (45) Kurumun ortaya çıkışına ilişkin bir değerlendirmenin Arap topraklarından başlaması gerektiği açıktır.

Ceziri ve başka yazarlar kahvehanelerin görülmesinden epey önce, bir araya gelinip içki içilen yerlerin bulunduğunu oldukça açık belirtmektedir; aslında konuyla ilgili ilk anlatımlar da kahvehaneleri genellikle bunlara benzetmektedir. Sözü edilen yerler elbette meyhanelerdi. Ortaçağ sonlarının Yakındoğu kentlerinde meyhanelerin ya da şarap dükkanlarının varlığı, yönetimin durmadan bunları kapatmaya çalışmasına ilişkin anlatımlarla da olsa, kaynaklarımız tarafından doğrulanmaktadır. Gerçekte meyhanenin fiziksel düzeni, çalışma tarzı ve müşterileri konusunda bildiklerimiz kısıtlıdır; belki de bu alandaki en iyi kaynaklar kahveyi konu alan ve kahvehanelerdeki faaliyeti meyhanenin terimleriyle betimleyen anlatımlardır.

Meyhane konusunda kesinlikle bildiğimiz can alıcı bir nokta vardır ve bu nokta meyhaneyi bütünüyle kahvehaneden farklı kılmaktadır. Meyhane haram sayılan bir maddenin satış yeri olma niteliğinden dolayı her zaman hukuk dışı kalacak olan ya da en azından Müslümanlarca ahlaki bakımdan ebediyen tiksindirici görülmeye mahkum bir kurumdu. Yetkililerin zaman zaman meyhanelerin işletilmesine hoşgörüyle bakmasına karşın, (46) meyhaneler en azından İslami bağlamda hep ayaktakımına özgü işlerle ilintili sayılmaktaydı. Meyhane sahibinin toplumsal konumu fahişe, eşcinsel ve gezgin çalgıcınınkiyle bir tutulmaktaydı. (47) Hiçbir Müslüman böyle bir yerde görülmekle adına sürülecek lekeyi kesinlikle göze alamazdı ve bu nedenle meyhanenin toplumsal etkinliklerin yürütüldüğü genel bir yer rolünü üstlenme şansı herhalde sınırlı olmalıydı. Bununla birlikte meyhane, müşterilerinin çekirdeğini oluşturan döküntü ayaktakımı çevreleri (ve ayyaş yöneticiler gibi, toplumun kınayamayacağı kişiler) açısından belirli bir toplumsal önem taşımaktaydı. Ama meyhanelerin varlığının bir bütün olarak kent toplumunun çevre edinme kalıpları üzerinde derin bir etki yarattığını hiçbir biçimde varsayamayız. 



Birçoğu daha 16. yüzyılda meyhanelerin hiçbir zaman hayallerinden geçiremeyeceği bir ölçeğe ve ihtişama kavuşan kahvehaneler, ilk ortaya çıktıklarında fiziksel ortam ve çalışına tarzı bakımından meyhaneye oldukça benzer bir yapıdaydı. Bununla birlikte, hayati derecede önemli ve elbette temel bir fark söz konusuydu. Kahvehane şarapsız bir meyhaneydi ve bu bakımdan öteki benzerliklere karşın, kahvehanede yakalanmak insanlar için bir ayıplanma nedeni değildi, çok geçmeden kahvehaneler bütün toplum kesimlerinden insanları çekmeye başladı. (48)



Kahve dükkanları


Kategorilerden ilkine küçük ve yerel dükkanlar girmektedir. Bazı durumlarda işlevleri bakımından kahve ocağıyla aynı özelliği paylaşan bu dükkanlar, başka şeylerin yanı sıra civara ” hizmet” eden ayaküstü satış yeri konumunu da taşımaktaydı. Ayrıca çoğu zaman bu dükkanlarda müşterilerin otunıp kahve içebildikleri bir yer de bulunurdu. Bu oturma yerleri genellikle tezgaha dayanan yüksek bir sedirden (mastaba) ya da dükkanın dar mekanı içindeki birkaç peykeden oluşurdu. Özellikle bir meddahın hazır bulunduğu geceler olmak üzere, kahve dükkanının mütevazı mekanının bütün müşterileri ağırlamaya yetmediği zamanlarda, müşteriler kahvehanenin bitişiğindeki ve karşısındaki dükkanların ön verandalarına taşarlardı. Ediya Çelebi ve Lane gibi farklı yazarların belirttiği gibi, Kahire’de bu mahalle kahvehanelerinin son derece yaygın olduğu anlaşılmaktadır. (49) Elbette Suriye ve Anadolu’da da bu tip kahve dükkanları yaygındı. Biddulph Halep’te müşterilerin kahvehane içindeki peykelerden çok, yakındaki peykelerde oturduklarını belirtmektedir. (50)


Geleneksel kahvehaneler

Yakındoğu’nun birçok kentinde sınırlı işleve sahip bu kahve dükkanlarından çok farklı ve gösterişli kahvehaneler vardı. D’Ohsson’a göre; 2.Selim döneminde (1566-74) İstanbul’da bulunan altı yüz küsur kahvehanenin hepsi elbette bu gösterişli türden değildi ve belki de çoğu ocak tipindeydi. Bu küçük kahvehaneler İstanbul’da günümüze değin varlıklarını sürdürmüşlerdir.


Kahvehanelerde kumar


Ceziri’nin bize aktardığı Mekke olayı kadar erken bir dönemde, sohbetle birlikte oyunlar da kahvehanenin önemli bir unsumydu: “İnsanlar (kahve) satılan yerlerde toplanıp satranç, mankala ve başka bahis (oyunları) oynuyorlar.” (51) Bu tür eğlencelere ilk kahvehanelerde rastlanması pek şaşırtıcı değildir, çünkü bunların meyhaneden alınmış özellikler arasında yer aldığı anlaşılınaktadır. (52) Satranç Osmanlı kahvehanelerinde çok tutulan bir oyun haline geldi. (53) Daha önce bilinen tavla da kısa sürede gözde bir oyuna dönüşmüş olmalıdır. D’Ohsson ‘un “dama” oynayan Türkler’den söz ederken kastettiği herhalde tavladır; ama bunun başka tür bir oyun olması ihtimalini de bütünüyle yok sayamayız. Günümüz kahvehanelerinde sıkça görülen iskambil oyunlarının ilk zamanlarda oynanıp oynanmadığı açık değildir. Eski kaynaklarda değinilmeyen bu oyunların daha sonraları Avrupa’dan gelmiş olması mümkündür. Bununla birlikte bu oyunların aynı dönemde ve önceki yüzyıllarda oynandıklarına dair bulgular vardır. (54)

Bu oyunlarla bağlantılı kumarın yaygınlığı konusunda da bazı kuşkular söz konusudur. Bir açıdan bakıldığında, asıl zar oyunlarına ilişkin hiçbir değinme yoktur. Buna karşılık satrancın zaman zaman ortaya bahis konarak oynandığı bilinmektedir; (55) Ceziri’nin, ya da daha doğrusu resmi raporun Mekke’deki 1511 olayıyla ilgili anlattıkları da 16. yüzvılda Hicaz’daki kahvehanelerde kumarın adet haline geldiğine inanmamıza yol açacak niteliktedir. Öte yandan Sandys söz konusu dönemde İstanbul için tersi bir görüş içindedir:

“Ne mutlu ki iskambil ve zardan haberleri yok; ama bütün gün satranç oynuyorlar. Boş zamanlarını oturarak geçirme anlayışlarına çok uyan bir eğlence. Yine de bu oyunda ortaya para koyma gibi dürüst olmayan, tehlikeli bir alışkanlıktan kaçınıyorlar.” (56)


Oyunlara değinen öteki kaynaklarda her iki açıdan da konuyla ilgili pek bilgi yoktur. Bununla birlikte Russell açık bir ifadeyle 18. yüzyılda Halep’te Arapların ve Türklerin oynadıkları oyunlarda kumara çok az rastladığını belirtir. (57) Herhangi bir tanımıyla kumar haliyle oynandığı yerin ahlaka uygunluğunu tartışmak için yeterliydi. Ama belirtilen oyunlarda kumar olmadığında bile, tek başına bu durum oyuncuların ve oyuna izin veren mekâalanın uygunsuz davranış ve ahlaksızlık ayıbından kurtulması için yeterli sayılamazdı. Bunun oldukça basit bir nedeni vardı: Bahse girilmiş olmasa bile, satranç gibi oyunların meşruluğu biraz tartışmalıydı. Tavla oynamanın ayıbı ise daha berbattı. (58) Her ne olursa olsun, Ceziri ve çağdaşlarının böyle davranışlara pek iyi bakmadıkları açıktır.


Uyuşturucu kullanımı


Kahvehanenin itibarına ağır bir darbe indiren etkenlerden biri de uyuşturucu kullanımıyla bağlantısıydı. Kimyasal ya da kültürel nitelikte bazı nedenlerden dolayı kahvenin başta afyon olmak üzere bazı sert uyuşturucuları kullanan kişiler arasında çok gözde bir içecek haline geldiği anlaşılmaktadır. 1670’te İzmir civarını dolaşan John Covel adlı bir İngiliz din adamı “afyoncu olan yaşlı bir kahvehane sahibi”ne (59) değinmektedir. Covel’in gördüğü şey hiç de bir kerelik rastlantı değildi. Katip Çelebi de şunları söylemektedir: “Hele keyt erbabının (afyon tiryakilerinin) keyflerini artırır, cana can katar bir hal olduğundan bir fincan uğruna can vermek yanlarında caiz oldu.” (60)


Uyuşturucu kullanmak zamanla kahvehanelerdeki etkinliklerden biri haline geldi. Lane’in aktardığına göre, ” kahveci aynı zamanda tömbeki (…) ve haşhaş içmek için kullanılan iki-üç nargile ya da şişe ve köz bulundurur”du. Russell işlenerek kiiçük baklava dilimleri haline getirilmiş kenevir yapraklarından oluşan ve tütünle karıştırıldıktan sonra nargileyle içilen “şira” ya da “beng”in nasıl kullanıldığını anlatmaktadır. (61) Kahvehanede tüketilmek üzere bu tür uyuşturucuların satıldığını belirleyen Raymond, ayrıca ”Kahire ya da Bulak’ta haşhaşla karıştırılmış yuvarlak bal hapları satan kişiler”in oluşturduğu bir loncadan söz etmektedir. (62)

Rosenthal en geç 1583’te (Hicri 991) kaleme alındığı anlaşılan Kamü’l-vâşîn’i değerlendirirken, yazarın içine katılmış şeyler bulunmadığı sürece kahveyi mubah bir içecek saydığı bir bölümlen söz etmektedir. (63) Rosenthal’ın bu imada kapalı bulduğu şeye Ceziri’n i n açıklık getirdiği söylenebilir. Ceziri aslında katışıksız olan içeceği murdar ve haram haline getirenler arasında “içine fâz Abbâs gibi ( . . . ) şeylerin katılması” nı saymaktadır. (64) Bir başka yerde bu durum karşısında duyduğu tiksintiyi şöyle özetlemektedir:

“Haşhaş dışında (kahveyle) karıştırılan başka (uyuşturucu) macunlar var. (1530’lardan) bu yana yaygınlaşan bir uygulamayla, ( … ) bazen berş (bir başka işlenmiş uyuşturucu madde) adlı macun gibi afyon da karıştırılabiliyor. Birçok kimse bu dürtüye kapılarak kendisini mahvetti. Bunlar Şeytan’ın baştan çıkardığımahluklar olarak addedilebilir.” (65)


Ceziri bu aşikar çirkinliği, kahvehanelerde önceki sayfalarda anlattığımız birçok etkinliği de aşırılıkları arasına katan kişilerin alışkanlığı benimsemesine bağlamaktadır. Ancak böylesine bir tartışmanın konusu olan kahveye sanmurn böyle birçok bağlantının yüklenmesinden sonradır ki, en şiddetli kahve savunucuları bile içeceğin kendisini ve kullanımıyla ilişkilendirilen yaygınlaşmış alışkanlıkları yeniden gözden geçirme gereği duydular.


Kaynaklar Üzerine


Bu kitapta alıntı yapılan yapıtların büyük bölümü yayımlanmıştır ve birçoklarına tanıdık gelecektir. Ama çalışmamda en büyük önemi taşıyan bazı yapıtları da kapsayan birkaç kaynak yalnız yazma halinde mevcuttur ya da en fazla eksik baskı ya da çevirileri vardır. Burada yayımlanmamış olan ve dolayısıyla kolay ulaşılamayan yapıtlar konusunda birkaç yorumda bulunmak istiyorum.


Günümüze ulaşan kahveyle ilgili 16. yüzyıl risaleleri arasında ötekileri bir hayli geride bırakan en geniş ve en iddialı çalışına, Zeyneddin Abdülkâdir ibn Muhammed el- Ensari el-Ceziri el-Hanbeli’nin Umdetü’s-safve fi hilli’l-kahve adlı yapıtıdır. Bu yapıt yalnız büyüklüğü değil, kapsamı açısından da son derece çarpıcıdır; Paris yazması 68 folyoyu bulmaktadır. 16. yüzyılın kahveyi konu alan hemen hemen bütün öteki yapıtları gibi temelde polemiğe dönüktür. Ceziri’nin kahve içme alışkanlığını haklı göstermek için yazdığını okurun unutabildiği yerler çok nadirdir. Ama Ceziri yalnız hukuki tartışmanın dar parametreleri üzerinde durmaz. Tek başına kahveyle ilgili öteki risalelerin çoğundan daha uzun olan birinci bölümün büyük bir kısmında, Yemen’de ilk ortaya çıkışından 16. yüzyıl ortalarına değin kahve içmenin tarihi ele alınır. Burada elbette tarafsız bir bilimsellik anlayışı söz konusu değildir, çünkü bu tarihsel değerlendirme büyük ölçüde çeşitli yasaklama girişimlerinin nasıl budalaca olduğunu ortaya koymaya yöneliktir. Ama kendi görüşleri bir yana bırakılırsa, Ceziri’nin yapıtı kahveyle ilgili 16. yüzyıl denemelerinin en kapsamlısı ve en yararlısıdır.

Cari Brockelrnann Gesehiste der arabischen Literatur (GAL) adlı yapıtında (c. 2, s. 325) Uıııdetü’s-safve’nin Paris (Bibliotheque Nationale, no: 4590), Madrid (Escurial, no: 1170) ve Gotha (Pertsch kataloğu, no: 2106) olmak üzere Avrupa kütiiphanelerindeki üç mevlit yazmasını ve İskenderiye’de bulunan bir yazmasmı sayar. Bunlardan ilki bir parça kirli de olsa açık bir nesihle yazılmıştır; ikincisinin nesih yazısı biraz daha nettir, ama müstansihten kaynaklanan daha fazla hata ve atlama içerir. Yapıtın Avrupalı uzmanlarca Paris yazması esas alınarak hazırlanmış iki kısmi çevirisi vardır. 17. yüzyıl sonlarında Antoine Galland’ın yaptığı kısmi çeviri , De l’orgine et progres du cafe (Caen, 1699) adlı yapıtının özünü oluşturmaktadır. 19. yüzyıl başlarında Isaac Silvestre de Sacy’nin yayıma hazırladığı ve çok zengin dipnotlarla bir çevirisini eklediği ilk iki bölüm ile yedinci bölümünün bir kısmı Chrestomathie Arabe ( 2. b., Paris, 1826) adlı ders kitabında yer alır. Elinizdeki çalışmam boyunca mümkün olan yerlerde de Sacy baskısına gönderme yapma yolunu seçtim; yayıma hazırlamadığı kesimlere yapılan göndermeler için ve baskıda, çeviride ya da dipnotta bir hata bulunduğuna inandığım yerlerde aynı zamanda yazmalardaki folyolara başvurdum.

Ceziri’nin Umdetü’s-safve’yi yazdığı tarihi belirlemek, Paris ve Escurial yazmaları arasındaki uyuşmazlıklar nedeniyle bir parça sorunlu bir konudur. Yapıtın kaleme alınış tarihini Escurial yazması (fol. 11v) 966 (1558-59), Paris yazması ise (fol. 8v) 996 (1587-88) olarak vermektedir. Bu durum yazmalardan birinde müstansih hatasından kaynaklanmış olabilir, çünkü kirli bir özgün yazmada sıttin (altmış) ve tıs’in (doksan) sözcükleri kolayca karıştırılabilir. Baskısını yalnız Paris yazmasına göre hazırlayan de Sacy, Escurial yazmasının 966 tarihini taşıdığının farkındaydı ve dolayısıyla Paris yazmasının yazarca gözden geçirilmiş daha sonraki bir baskı olduğu sonucuna vardı. Bu kuramını desteklemek için de Ceziri’nin Paris yazmasında (fol. l l v) din alimi Saadeddin Ali bin Muhammed ibn el-Arak’ın ölüm tarihini 993 olarak kaydettiğine işaret etti. Ne yazık ki bu açıklama konuyu daha da karmaşıklaştırmaktadır. Escurial yazması (fol. 15v) ölüm tarihini 963 olarak verdiği için, karşımıza yeniden sıttin-tıs’in sorunu çıkmaktadır. Neyse ki burada dışarıdan bir doğrulayıcı kaynak olarak imdadımıza yetişen İbnü’l-İmad (Şadharâtü’l-zehâb, 8: 337) Muhammed ibn el-Arak’ın oğullarından Saadeddin Ali’nin 963’te öldüğünü belirtmektedir. (Gelgelelim bu noktada bile bir karışıklık söz konusudur; de Sacy Paris yazmasındaki eksik evla sözcüğünün evliya olduğunu varsaymaktadır, oysa Escurial yazmasında bu sözcük açıklıkla evlad yazılmıştır.) Ortaya çıkan sonuç yazmanın tarihi sorununu tam olarak çözmez, çünkü yalnızca Paris yazmasının 993’ten sonra kaleme alınmış olmasının mutlaka öne sürülemeyeceğini göstermektedir. Bununla birlikte de Sacy’nin Paris yazmasının gözden geçirilmiş bir metin olduğuna ilişkin kuramını biraz şüpheli hale getirmektedir. Doğrusu, olağan sayıda müstansih hataları dışında, iki yazma arasında önemli denebilecek çok az fark vardır.

Ceziri hakkında bildiklerimiz çok azdır. Brockelmann (GAL, 2: 325; Ek 2: 447) Ceziri’nin iki yapıtını daha saymaktadır; bunlardan biri hac ziyareti ve Mekke’ye giden yollar, ötekisi Arapların erdemleri ve üstünlükleri üzerinedir. De Sacy’nin de işaret ettiği gibi, tam adından hakkında biraz bilgi edinebiliriz: Arabistan Yarımadası’ndandı, Medine asıllıydı ve Hanbeli mezhebine mensuptu. Bizzat Umdetü’s-safve’deki veriler de dahil olmak üzere birçok ipucundan Kahire’de oturduğu anlaşılıyorsa da, sık sık Hicaz’ı ziyaret ettiği açıktır. Ayrıca üzerinde durduğumuz konu açısından özel önem taşıyan bir husus olarak, bir tarikatın etkin bir mensubu olmasa bile, tasavvufla güçlü bağlantıları olan bir kişiydi ve döneminin birçok bilgili sufisiyle tanışıklığı vardı.


Ceziri’nin yapıtı önemli olmakla birlikte tamamen özgün değildir. Başta kahve edebiyatının gerçek babası olduğu anlaşılan Şihabeddin Ahmed ibn Abdülgaffar olmak üzere öteki yazarlardan geniş çapta alıntılar yapar. İbn Abdülgatfar’ın kahve üzerindeki yapıtı bilindiği kadarıyla kayıptır, ama kişiliği hakkında elimizde bazı bilgiler var. Çalışmalarını l530 dolaylarında kaleme aldığını söyleyen Brockelmann, iki yapıtından söz eder. Bunlar ünlü 15. yüzyıl alimi Suyuti’nin (ö.911/ 1505) Fen’ül-arabiye ve-te’allukatuhu adlı yapıtı üzerine bir şerh ve ona ait İzaletü’l-gişaan hükm tevfü’n-nisa ba’dül-işa’dır. Brockelmann ikinci yapıtın içeriğini anlatırken, “kadınların, artık güneş battıktan sonra evlerinden çıkmamalarını ve özellikle de -yeni ortaya atılan bir günah olarak- artık camilere ayak basmamalarını öngören yasağa karşı” çıktığını belirtmektedir. (GAL, 2, s. 387). Anlaşıldığına göre, kahve üzerindeki yapıtı gibi, bu da temelde polemiğe dönüktür ve benzer bir temayı, yani açıkça haram olduğu belirtilmemiş şeyleri haram saymanın özünde günaha girmek olduğu görüşünü işlemektedir. İbn Abdülgaffar’ın kahve üzerindeki yapıtından alınan geniş bölümler, yalnız Umdetü’s-safve’de değil, Risale fi ahkâmü’l-kahve gibi başka risalelerde de yer almaktadır. Ceziri’nin sık sık alıntı yaptığı bir başka kişi , hakkında çok az şey bildiğimiz Fahreddiıı Ebubekir ibn Ebi Yezid el-Mekki’dir. Ceziri, el Mekki’nin kahve üzerindeki risalesini adını İdaretü’l-nehve bi-hilü’l-kahve olarak vermektedir; aıııa Brockelmann’ın hiç sözünü etmediği bu adın ötesinde, el Mekki’nin yaşam ve uğraşıyla ilgili ayrıntılar hala karanlıktadır.


Berlin’deki Kültür Bakanlığı Devlet Kütiiphanesi’nde bulunan Risale fi ahkâmü’l-kahve (Ahlwardt katalogu, no: 5476) sorunludur. Suyuti’ye atfedilmesine karşın, içindeki veriler tersini işaret etmektedir. Özellikle uyarıcı olan husus, yapıtın İbn Abdülgaffar’ın yazılarından alınma uzun parçalar içermesidir. Bir yanda, elimizde İbn Abdülgaffar’ın Hicri 10. yüzyıl başlarında Kahire’de bulunduğunu açıklıkla gösteren alıntılar vardır; o sırada Suyuti hala hayattaydı ve aynı kentte yaşamaktavdı. Öte yanda, Brockelmann (GAL, 2, s. 387) farklı bir yapıta dayanarak, İbn Abdülgaffar’ın çalışmalarını 937 / l530 dolaylarında, yani Suyuti’nin ölümünden 25 yıl sonra kaleme aldığından söz etmektedir. Daha ikna edici bir husus olarak, İbn Abdülgaffar’ın yapıtında kahve hakkında söylediklerinin birçoğu risaleyi Hicri 10. yüzyılın ilk on yılından sonra, bir başka deyişle Suyuti’nin ölümünden sonraki bir tarihte yazdığını göstermektedir. Bu tarihin ne kadar sonra olduğunu belirlemek güçtür, ama Uındetü’s-safve’de anlatılanlardan (Paris yazması, fol. 17v; Escurial yazması, fol. 23r) İbn Abdülgaffar’ın risalesini sık sık bahsettiği Mekke’deki 917/ 1511 olayından sonra kaleme aldığı açıktır. Bu gerçeğin ışığında, Risale fi ahkâmü’l kahve’nin yazarının belirsiz olduğunu kabul etmekten başka yol voktur. Bu risale de açıkça kahve yanlısı bir yapıttır, ama yazar kahvehane hayatının görece tatsız yönlerini onaylıyormuş gibi bir kuşkudan kendisini özenle uzak tutmaktadır.

Nureddin Ebu el-Hasan Ali İbn el-Cezzar’ın yazdığı Kamü’l-veşin fi cemü’l-beraşin adlı l6. yüzyıl yazması Leiden Devlet Kütüphanesi’ndedir. (de Jong ve de Goeje kataloğu, no: 1880 (kod. 8 1 4 (1 2) Warn.), fol. 273r-84r). Aslında bu risale özel olarak kahveyi konu alan bir yapıt değildir; daha çok berş denen uyuşturucu maddenin zararlılığı üzerinde durmaktadır. Franz Rosenthal haşhaş kullanımı üzerindeki The Herb (Leiden, E. J. Brill, 1971) adlı önemli incelemesinde risaleden geniş çapta yararlanmıştır. Kendisini berş’i değerlendirmekle sınırlamayan ve yapıtının son birkaç sayfasını kahyeve ayıran İbn el -Cezzar, haram maddelerle karıştırılmadığı sürece kahveyi mubah bulmaktadır.

Hakkında çok az şey bildiğimiz 16. yüzyıl hekimlerinden Muhammed ibn Mahmud ibn Burhaneddin el-Zeyni el-Hüseyni’nin neredeyse yalnızca kahveyle ilgili benimsenmiş tıbbi bilgileri ele alan çalışmasıda tamamen farklı bir yaklaşım getirmektedir. Kahvenin zararlı etkileriyle ilgili bu kısa risalesi Princeton’daki bir yazma (Yahuda koleksivonu, Mach kataloğu, no: 2082) içinde yer alır.

İstıfaü’s-safve li-tasfiyetü’l-kahve (Leiden yazması, de Jong ve de Goeje katalogu, no: 1872  (kod. l138 Warn.) küçük ve acayip bir risaledir. Van Arendonk’un (” Kahve”, El2) kimin tarafından yazıldığını belirlemeye çalışmasına karşın, yazarı kesin olarak bilinmemekte ve katalogda da yazarı belirsiz olarak geçmektedir. Her ne olursa olsun, 16. yüzyıla ait olduğu çok kesindir. Toplam 19 folyo uzunluğunda olan yazmada kullanılan nesih yazısı açık ve okunaklıdır. Kahve içmenin pervasız bir savunması niteliğinde olan risale, birçok yerde anlatıcı bizzat kahve olmak üzere, birinci tekil şahıs ağzından yazılmıştır.

Dipnotlar:

1-) İbnü’l-İmad’da (1966; 8, s. 40) alıntılanır.

2-) Avrupalı yazarlar antik çağda kahve içme alışkanlığına kendi versiyonlarını getirmekte, kahveyi Ispartalıların ünlü “siyah et suyu”na benzetmektedirler, Jean de La Roque (1716, s, 265) Homeros’un kahveden söz ettiği yolunda Pietro della Valle tarafından ortaya atılan bir iddiayı çürütmeye çalışmaktadır.

3-) Bkz. Ceziri ; Umdetü’s-safve fi hilli’l-kahve (yazma); de Sacy baskısı (l826; l, s, 1 43); Paris yazması (fol , 8r); Escurial yazması (fol l0v),

4-) Çeşitli kaynaklardan biri olarak bkz. Bradley ( 1714)

5-) “Ve kulna la fi gayrihi li-enne zuhuru’l-kahve fi berr İbn Sa’deddin ve bilad el-Habeşe ve el-Cebert ve gayriha min berr el-Acem fe-la yu’leme meta kane evveluhu ve-la alimna sebebehu.” Cezi ri, a.g.e.; de Sacy bask ı s ı ( 1 , s. 1 45). De Sacy bu kesimdeki dipnotlarında bütün yer adlarının kökenini ·açıklamaktadır. Burada “Acem” sözcüğü İran’ı ifade eden özgül ve yaygın anlamından çok, “Arap olmayan”ı ifade eden genel anlamıyla kullanılmaktadır. “Cebert” sözcüğü ise Etiyopya’nın Müslüman halkını belirtmektedir (bkz. Ullendorf, “Cebert”, El2)

6-) Ceziri dışında bkz. D’Ohsson ( 1788 – 1824; 4, s. 76), Kâtip Çelebi ( 1957, s. 60), Lane (1973, s. 332-33), Niebuhr ( 1792; l, s. 397-98), Zeyni el-Hüseyni (yazma; fol .168r).


7-) De Sacy’nin “Ba Alevi” ismine yüklediği Hz. Ali soyunun herhangi bir kolundan gelme anlamı burada mutlaka geçerli olmayabilir, çünkü böyle bir iddia olmaksızın, Yemen ve Hadramut’taki geniş klanı da ifade edebilir (bkz. Löfgren, “Ba Alevi “, El 2).


😎 De Sacy burada metne “diye bilinen” anlamındaki el-ma’ruf’un eklenmesi, yani adın “Muhammed (el-ma’ruf) bi-Efdal el-Hedrimi” olarak yazılması gerektiğini varsaymaktadır. Yazmalarda hata olmaması ihtimali akla çok daha yakındır; mevcut iki yazmada da (Paris, 8v; Escurial, l l v) el-ma’ruf sözcüğü yoktur. Daha güçlü ihtimal sözü edilen kişinin Hadramut bölgesindeki Ba Fadl klanına mensup olmasıdır (bkz. Mahmud Ghul, “Fadl , Ba”, El 2). Geleneksel olarak Ba Fadl klanıyla ilişkilendirilen nisbe’lerden birinin Mezhic olarak verildiğini, bunun aynı zamanda Sehavi’nin yapıtında Zebhani için verilen nisbe’lerden birini ifade ettiğini belirtmekte belki de yarar vardır.

9-) Ceziri, a.g.e.; de Sacy baskısı ( l , s. 142-45); Paris yazması (fol. 7v-8v); Escurial yazması (fol . l0r- 11r).

10-) Örneğin İbnü’l-İmad onun hakkında hiçbir şey anlatmaz. Ebu Mehreme ( 1939-50; 2,  s. 219) Şafi mezhebine ve Kadiri tarikatına mensup Muhammed ibn Said el-Mezhici adlı bir kişiden söz etmekte, ama ona ilişkin başka hiçbir bilgi, hatta doğum ve ölüm tarihi de vermemektedir.

11-)  Ed-Devü’l-lâmi’li-ehli’l-karni’t-tâsi, (l966; 7, s. 249-50).

12-) Kâtip Çelebi (1957, s. 60)

13-) Bkz. Rosenthal ( 1971, s. 65). Burada haşhaş içme ya da yeme konusunda söz dağarcığına dayalı veriler ele alınmaktadır.

14-) Bkz. Arendonk, “Kahva”, El 2

15-) D’Ohsson ( 1788-1824; 4, s. 76).

16-) Fahreddin e l -Mekki , Ceziri’nin (a.g.e.; de Sacy baskısı (1826; l, s. 140); Paris yazması (fol . 5v); Escurial yazması (fol. 6v) sık sık alıntı yaptığı İsaretü’n-nehve bi-hillü’l kahve’nin yazarıdır. Brockelmann ( 1937-49) bu yapıttan hiç söz etmez.

17-) Buradaki seyyiduna Escurial yazmasında (fol. l2r) yer alır, ama Paris yazmasında ve de Sacy baskısında bulunmaz.

18-) ” Fe-imtahenuha fe-vecedehu te-melu amalehu.” De Sacy (l, s. 1 43) “amalehu”da ki  son takının bun sözcüğüyle ilgili olduğu, yani bun’ dan yapılan kahva’ nın bun’la aynı etkiyi yarattığı kanısındadır; bu düşüncesi son takının konudan çok uzak olan kat’la  ve dişil bir sözcük olan kefte’yle pek ilgili olamayacağı muhakemesine dayanmaktadır. Birçok kişinin çekirdekleri çiğnediğini ve bunlardan kahve yapmadığını bildiğimize göre, bu açıklama doğru olabilir. Ama aynı cümledeki “pek az masraf ve zahmetle” ifadesi, başka bir şeyle kıyası düşündürmektedir. Peki , bu şey neydi? Acaba bun mu? Masrafının aynı olması ve ayrıca kahveyi kaynatarak hazırlama gibi bir ek zahmeti getirmesi nedeniyle, bu pek muhtemel görünmüyor. İbarenin kat’la ilgili olduğu, yani bun’dan yapılan kahvenin kat’tan yapılanla aynı işlevi gördüğü, ama daha az masraf ve zahmeti gerektirdiği kanısındayım.


19-) Ceziri, a.g.e.; de Sacy baskısı ( 1, s. 145-46); Paris yazması (fol. 8v-9r); Escurial yazması ( llv- l2r)

20-) ” El-kahve: el-hamr; summiye bi-zalike li-enne tuhi şaribeha ‘an el-ta’am eyy tezhebe bi-şehvetihi” (İbn Mansur 1955)


21-) Ceziri, a.g.e.; de Sacy baskısı ( l, s. 146); Paris yazması (fol. 5v); Escurial yazması (fol. 6v-7r).

22-) Ceziri (a.g.e., de Sacy baskısı ( l, s. 141) bazı sufilerin başlangıçta kahveyi şaraptan ayırt etmek için bir kesre değişikliğiyle kihva olarak adlandırdığına işaret eder.

23-) Örneğin, aynı zamanda Maliki mezhebli bir kadı olan Mekke’nin önde gelen sufilerinden birini sık sık ziyaret ettiğini ve onunla görüştüğünü anlatmaktadır (bkz. Ceziri, a.g.e., de Sacy baskısı ( l , s. 141-42).

24-) Ceziri, a.g.e.; Paris yazması (fol. 2r-2v); Escurial yazması (fol. 2v); de Sacy baskısında yok.


25-) Ceziri, a.g.e.; de Sacy baskısı ( 1, s. l 47).

26-) a.g.e. ( l , s . 146-47)

27-) a.g.e. ( l , s . 147 48)

28-) Ceziri, de Sacy baskısı ( l, s. l48)

29-) Suyuti’ye (ö. 911 / 1505) ait olduğu öne sürülen bir yazmanın (Berlin, Ahlwardt katalogu, no: 5476) varlığı bizi yanıltmamalıdır. Metnin içindeki bulgular bu yapıtın yazarı olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır.




30-) Örnek i ç i n bkz. el-Fakihi (ö. 945/ 1538) ve el-Nehrevali’nin (ö. 990/ l582) yapıtları, Wüstenfeld ( 1857-61 : 2. ve 3. ciltler)

31-) Brockelmann ( 1937-49; 2, s. 387).



32-) Ceziri, a.g.e., de Sacy baskısı ( 1 , s. 152-53) Ceziri bu ziyaretlere Mekkeli fakihlerin daha sonraları kahveyi onayladığına işaret etmek için değinmektedir. Anlattığına göre Saadeddin ibn el- Arak kahve içmeye bayılırdı ve Mekke’ye gittiğinde her zaman ona kahve sunardı.

33-) İbn Züheyr Kitabü’l-Camiyü’l-latif’te ve el Nehrevali Kitabü’l Al’am’da Hayır Beğ’in valiliğinden söz etmekte, ama bu olayla ilgili hiçbir şey aktarmamaktadır; Wüstenfeld ( 1857-61; 2, s. 339 ve 3, s. 338) Muhtesib makamı çarşıyı denetleme ve kamu ahlakını gözetme görevlerini kapsamaktaydı.

34-) Ceziri, a.g.e., de Sacy baskısı (1, s. 158).


35-) Sunbati’nin yaşamı icin bkz. Gazzi ( l966; l, s.221-23) ve İbnü’l-İmad (l898; 8, s.l79).


36-) Ceziri, a.g.e., Paris yazması (fol 20v); Escurial yazması (fol. 26v)


37-) Bkz. Gazzi ( 1 966; 2, s. l l 1) ve İbnü’l-İmad (1898; 8, s.280-81)

38-) Hanefi bir fakih olan Muhyeddin Muhammed ibn İlyas’tan (ö. l 547) Umdetü’s-safve’de Mısır kadısı olarak söz edilmektedir. İbnü’l-İmad (1898; 8, s. 303) Kahire’de görevli bir kadı olduğunu belirtmektedir. Memuriyet yaşamı için ayrıca bkz. Gazzi (1966; 2, s. 28-29) ve Brockelmann ( 1937-49; Ek, 2, s. 642). Bu kaynaklarda hem Anadolu’da, hem de Rumeli’de kazaskerlik yaptığı ve şeyhül islam olarak İstanbul’da bulunduğu anlatılmaktadır. Kahire’deki görevine ise memuriyet yaşamının başlarında ve Bursa’da geçirdiği dönemin hemen ardından atanmıştı. Bu bakımdan henüz Mısır’a yabancı olduğu için, kahve konusunda başkalarının görüşüne başvurması pek şaşırtıcı değildir.


39-) Olayın kapsamlı anlatımı için bkz. Ceziri, a.g.e.,de Sacy baskısı (1, s .l54).

40-) Kars Mekrizi (1936-58; 1, s. 373, 525, 553, 578, 595, 865, 941)


41-) Raymond ( 1 973, s. 1 07, 1 2 1 -28, 1 36-42) kahvenin ekonomik önemi üzerine geniş bilgiler verir.


42-) Bradley (1714, s. 24)


43-) Aktaran Ceziri, Umdetü ‘s-safve, de Sacy baskısı (1826; l , s. l48-49).


44-) Dufour (l685, s. 37)


45-) İbrahim Peçevi (1281-83/ 1864-67; l , s. 363). Sık sık alıntı yapılan bu bölümün birçok çevirisi vardır; örnek olarak bakınız Lewis (1963, s. 132-33).


46-) Örneğin Memluk yönetiminin çoğu zaman hizmetlilere bedel olarak şaraptan ve meyhanelerden sağlanan vergi gelirlerini bağışladığını biliyoruz; kaynaklarda bu uygulamada tıpkı meyhaneler için olduğu gibi vergilerin kaldırılmasına ilişkin açıklamalarla doğrulanmaktadır. Benzer biçimde, l 6. yüzyıldan başlayarak Osmanlı tapu tahrir defterlerinde padişaha ya da valiye gönderilen gelirler arasında Filistin kentlerindeki meyhanelerden alınan vergiler de sayılmaktadır. Bkz. Cohen ve Lewis (1978, s. 68, l52, l69). Suriye’nin Trablusşam kentiyle ilgili ve aynı döneme ait defterlerde de benzer ve ayrıca “haşhaş evleri”nden a lınan vergilere rastlanmaktadır. Bkz. Hattox, “Some Ottoman Tapu Defters for Tripoli in the Sixteenth Century”, al-Abhath, 29 (1981), s.80-81.


47-) Bkz. Lapidus (1967, s. 82). Rosenthal (1975, s . 156) bu kötü insanlar güruhuna sonradan kahvehanede de karşımıza çıkan kumarbaz tipini katar.


48-) Özellikle imparatorluğun Türk topraklarında bul unan aynı dönemin benzer bir kurumu
“bozahane”ydi (bkz. 8. Bölüm)


49-) Raymond (1973, s. 316); Lane (1860, s. 333)


50-) Biddulph’tan aktaran Purchas ( 1 905-07; 8, s. 266)


51-) “Ondört” adı oyunla da özdeşleştirilen mankala, oldukça eski bir geçmişi olan ve yarıküre biçiminde on iki (ya da on dört) çukurla kaplı bir tahta üzerinde oynanan bir oyundur. Her oyuncuya verilen ve puan hesabına temel oluşturan yirmi altı taşın bu çukurlara dağıtılmasına ve hareket ettirilmesine dayanır. (Bkz. Rosenthal (1975, s. 43-44]; Lane (1860, s. 344-46); Thevenot (l727 b; l, s. l07). Alıntının kaynağı Ceziri, a.g.e., de Sacy baskısı (1826; l , s. l59).


52-) Bkz. Rosenthal (1975, s. 144). Yazar aynı büyük kentlerde uzmanlaşmış kumarhanelerin
(darü ‘l-kumar) bul unduğunu belgelemektedir.


53-) D’Ohsson (l788- 1824; 4, s. 78, 8l)


54-) Bkz. Rosenthal (1975, s . 62-63). Yazar Memluk döneminden başlayarak iskambil oyunlarının oynandığı konusunda Ettinghausen ve Meyer’den alıntı yapmaktadır. Buna karşılık Niebuhr (1792; l , s. 28-29) açık bir biçimde ” iskambil hakkında hiçbir şey bilmedikleri”ni belirtmektedir. Ama toplumsal etkinlikler konusunda güvenilirliği bir bakıma tartışmalıdır, çünkü bir başka yerde (2, s. 264), bütün öteki kaynaklarla çelişen bir yaklaşımla, “Araplar hiçbir zaman bir oyunla uğraşmaz ve birbirleriyle sohbete girmeksizin otururlar” der. Bir grup Frenk bir yere girdiğinde insanların huşuyla
hemen elindekini bırakması dolayısıyla böyle bir sahneyle karşılaşmış olması muhtemeldir.


55-) Rosenthal (1975, s. 38).


56-) Sandys’ten aktaran Purchas (1905-07; 8, s. 143).


57-) Russell (1756, s. 92)


58-) Rosenthal (1975, s. 87-96).


59-) Covel (1893, s. 141)


60-) Kâtip Çelebi (1957, s. 60)


61-) Lane (1860, s. 333); Russell (1756, s. 83) Ayrıca beng sözcüğünün anlamlarıyla ilgi1i bir değerlendirme için bkz. Rosenthal (1971, s. 19-20); burada eldeki araçlarla içilmesini kolaylaştırmak üzere işlenmiş haşhaştan söz edildiği açıktır.


62-) Raymond (1973, s. 387)


63-) Rosentha1 (1971, s 15-16)


64-) Ceziri, a.g.e., Paris yazması (fol 2v); Escurial yazması (fol . 3r). Faz Abbas’ın çeşitli sözcüklerin baş harflerinden oluşturulmuş olduğu anlaşılmaktadır; Kamü’l-vâsi’n’de biber(fulful), afyon (afyun), safran (za’ferân), yapışkanotu (âkirkerhâ), beng, sütleğen (afarbiyûn) ve sümbülden (sunbul) yapılma bileşik bir uyuşturucu olarak nitelendirilmektedir. Bkz. Rosenthal (1971, s. 33)


65-) Ceziri, a.g.e, Paris yazması (fol 30r 30v); Escurial yazması (fol. 39r)



Kaynak:
Ralph S. Hattox, Kahve ve Kahvehaneler, Çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları 38, Eylül 1996,

Etiketler:

Paylaş:

Bizi Takip Edin
Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit, sed do eiusmod tempor incididunt ut labore et dolore